çöl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çöl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Aralık 2022 Pazartesi

DEVENİN YARATILIŞ MUCİZESİ

 DEVENİN YARATILIŞ MUCİZESİ,Kur'an'da deve ile ilgili ayetler,çöl,deve,hörgüç,arabistan,develer ne kadar su içer,
Sözlükte geviş getiren memelilerden, sırtı bir veya iki hörgüçlü, eti yenip sütü içilen, bacakları ve boynu çok uzun yük ve binek hayvanı diye geçer. Arapça‘da deve (ibil) güzelleştiren, güzellik veren mânâsına gelmektedir. Vücudundaki her bir ayrıntı, bir yaradılış mucizesi olan deveyi, Yüce Allah kelime mânâsı gibi insanlara güzellikler vermesi ve onların hizmetinde olması için yaratmıştır.

Yüce Allah’ın Kur’ân’da “Bakmıyorlar mı o deveye; nasıl yaratıldı?...” (Gaşiye Suresi, 17) ayetiyle dikkat çektiği deve, Rabbimizin mükemmel yaratma sanatını gözler önüne seren mucizevi niteliklere sahiptir.

DEVENİN YARATILIŞINDAKİ HİKMETLER

Çöller, yaşamaya en elverişsiz yerlerdir. Gündüzleri aşırı sıcak, geceleri soğuktur. Su ve gıda çok azdır. Kızgın kumlar üzerinde yürümek, diz çökmek son derece can yakıcıdır. Dahası kum fırtınaları çıktığı zaman gözlerinize kum kaçar, etrafınızı göremezsiniz. Ayrıca akciğerlere kum dolarsa hayatınız sona erer.

Canlıların çoğu için böyle elverişsiz bir yerde hayatını sürdürmek mümkün değildir. Ancak develer Allah Teâlâ tarafından bu zorlu şartlarda yaşayabilecek şekilde yaratılmışlardır.

"SU İÇEDİĞİ DÖNEMDE SU KAYBINI % 90 AZALTIR"

Develer çölün o kavurucu sıcakları altında haftalarca su içmeden hayatta kalırlar. Üstelik sırtlarında ağır yükler taşıyarak insanoğluna hizmet ederler. Devenin bütün organları susuzluğa dayanıklı olacak şekilde yaratılmıştır. Derisi ve kürkü çok kalındır, ısıyı ve soğuğu geçirmez. Develerin vücut sıcaklığı gündüz 41 dereceye çıkarak terlemeyi düşürür. Böbrekleri ve suyun geri emilimini sağlayan idrar kanalı da özel olarak tasarlanmıştır, su içmediği zamanlarda su kaybını % 90 azaltır. Kanı da susuzluk zamanlarında akışkanlığı koruyacak şekilde dayanıklılığı artıran maddeler ihtiva eder. Devenin burun mukozası bile nemi kaybetmeyecek şekilde yaratılmıştır.

Diğer canlılar su içemedikleri zaman böbreklerinde biriken üre kana karışarak ölüme sebep olur. Devenin karaciğeri ise vücudunda oluşan üreyi defalarca işleyerek suyu ve besini tasarruflu kullanır. Develerin böbrekleri de suyu tekrar kazanmaya elverişli yaratılmıştır. Develerin bir başka mucizevî özelliği de böbrekleri sayesinde, tatlı su bulamazlarsa deniz suyu gibi tuzlu suları içebilmeleridir.

TEK SEFERDE 120 LİTRE SU İÇEBİLİRLER

Develerin bütün vücudu, suyu bulduğu zaman çok su içmelerini sağlayacak şekilde yaratılmıştır. Bu sayede develer vücut ağırlıklarının üçte biri oranına kadar, mesela bir seferde 120 litre kadar su içebilirler. Başka bir canlı, mesela bir sığır böyle su içseydi kan hücreleri patlardı ve ölürdü. Buna biyoloji dilinde hemolysis denilir. Oysa devenin kan hücrelerinden hormonlarına kadar her tarafı çöl hayatına uygun yaratılmıştır.

HÖRGÜÇ GIDA DEPOSUDUR

Deveyi diğer canlılardan ayıran bir özelliği de hörgücüdür. Sırtlarındaki hörgüçlerinde depolanan 100 kg yağ develerin yaklaşık 3 hafta hiçbir şey yemeden durmasını sağlayabilir. Diğer canlılarda yağın vücudun her yerine dağılmış olması, yağa bağlı olarak su kaybını artırır. Develerde yağın sırtta depolanması ayrıca iç organlarının güneş ışınlarına maruz kalarak haşlanmasını engeller.

Deve günlerce gıda bulamasa hörgücündeki yağı azar azar yakarak gıda ve su ihtiyacını giderir. Böylece günde otuz kırk kilo gıda alması gerekirken bir iki kilo otla idare edebilir.

DİKENLERİ ÖĞÜTEN SİNDİRİM SİSTEMİ

Çöllerin bir özelliği de gıda maddesi bulmanın zorluğudur. Devenin yaratılışı çölde bulunabilecek her gıdadan faydalanabilecek şekilde üstün bir sindirim sistemine sahip olmasıdır. Boynu yüksek ağaçlara uzanabilecek şekilde uzundur. Başka canlıların yiyemediği dal parçaları, hurma çekirdekleri, kalın ve kuru yaprakları afiyetle yerler. Çünkü devenin dili ve yarık dudağı, sivri dikenleri bile çiğneyip yutabilecek şekilde kalın mukozayla kaplıdır.

Mide salgıları da, ip, tahta, kağıt gibi aslen gıda maddesi olmayan nesneleri bile eritecek kadar güçlüdür. Develerin mideleri çok sayıda kesecikten oluşur ve buradaki özel bakteriler başka canlıların hazmedemediği selülozu (kağıt, tahta) bile hazmeder. Ayrıca bu kesecikler gıda ve suyun depolanarak azar azar kana karışmasında da etkili olurlar.

MUCİZEVİ GÖZ KAPAĞI

Develerin gözleri, kızgın güneş altında yürümesini sağlamak için aşağıya bakar vaziyette yaratılmıştır. Ayrıca bu canlılara çöldeki kum fırtınalarından korunmak için üç ayrı göz kapağı ihsan edilmiştir. Bizim tek göz kapağımız vardır ve onu kapattığımızda dışarıyı göremeyiz. Develerin ise adeta bir koruyucu gözlük yerine geçen ikinci bir göz kapağı vardır ki bunlar şeffaf olduğu için devenin gözünü korurken önünü görebilmesine imkan sağlar.

Devenin kaş ve kirpikleri de çöl şartları için çok özel yaratılmıştır. Devenin gözlerinin etrafındaki koruyucu sert kemiklerin üzeri üç kat kaşla ve sık ve birbirine kaynaşabilen kirpiklerle donatılmıştır. Kum fırtınaları çıktığı zaman çift sıra kirpikleri iç içe geçerek, gözü tam bir korumaya alırlar. Develerin kulaklarının ve burun deliklerinin de böyle koruyucu bir tasarımı vardır. Develer burun deliklerini açıp kapatabilirler.

KIZGIN KUMLARA UYGUN AYAKLAR VE DİZLER 

Develerin ayakları kumlara batmayacak şekilde geniş yaratılmıştır. Ayak tabanlarındaki deri kalındır ve yağa benzer bir tabakayla desteklenmiştir. Böylece develer sırtındaki onca ağırlığa rağmen kızgın kumlar üzerinde ayakları yanmadan yürürler.

Develer dinlenmek veya su içmek için diz üstü çökerler. Kızgın kumlar üzerine çöktükleri zaman dizleri yanmasın diye, diz kapakları boynuz gibi sert bir deriyle korunmuştur. Karın bölgelerinde de koruyucu kalın nasırlar vardır. Devenin vücudunu kaplayan sık tüyler, deveyi hem yakıcı güneşe hem kızgın kumlara karşı muhafaza eder. Develer gündüzleri 70 dereceye çıkan sıcaklara dayanabildikleri gibi geceleri sıfırın altına inen soğuklara da dayanabilir.

SABIRLI VE SADIK

Develerin huyları da çok ilginçtir. Sahiplerine karşı sadık ve zor şartlara karşı sabırlı canlılardır. Develerle haşır neşir olan bedeviler, onların katır ve merkep gibi hayvanlara nazaran daha güvenilir olduğunu söylerler. Günlerce susuz kaldıkları halde su başına varınca itişip kakışmazlar, arkadaşlarının su içmesini sabırla beklerler. Sahiplerinden kaçsalar rahatlıkla hayatta kalabilecekleri halde uysallıkla hizmet ederler. Küçük bir çocuk onları çökertmek istese alçak gönüllülükle diz çöküp sırtına bindirirler. Buna mukabil kendilerine kötülük edildiği zaman asla unutmadığı da söylenmektedir. Kısacası develer Allah'ın insanoğlunun istifadesine sunduğu nimetlerin en üstünlerinden biridir.

KUR'ÂN'DA DEVE İLE İLGİLİ AYETLER

"Ey kavmim! İşte size mucize olarak Allah'ın devesi. Onu bırakın, Allah'ın arzında yesin (içsin). Ona kötülük dokundurmayın; sonra sizi yakın bir azap yakalar." (Hûd, 64)

"(İnsanlar) devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?" (Gaşiye, 17)

"Sâlih: İşte (mucize) bu dişi devedir; onun bir su içme hakkı vardır, belli bir günün içme hakkı da sizindir, dedi." (Şuarâ, 155)

"Deveden de iki, sığırdan da iki (yarattı.) De ki: O bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram kıldı? Yoksa Allah'ın size böyle vasiyet ettiğine şahit mi oldunuz? Bilgisizce insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan kim daha zalimdir! Şüphesiz Allah o zalimler topluluğunu doğru yola iletmez." (En'âm, 144)

"Bizim âyetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar cennete giremiyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız!" (A'râf, 40)

"Semûd kavmine de kardeşleri Salih'i (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin; sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. O da, size bir mucize olarak Allah'ın şu devesidir. Onu bırakın, Allah'ın arzında yesin, (içsin); ona kötülük etmeyin; sonra sizi elem verici bir azap yakalar. (A'râf, 73)

"Eşyalarını açtıklarında sermayelerinin kendilerine geri verildiğini gördüler. Dediler ki: Ey babamız! Daha ne istiyoruz. İşte sermâyemiz de bize geri verilmiş. (Onunla yine) ailemize yiyecek getiririz, kardeşimizi koruruz ve bir deve yükü de fazla alırız. Çünkü bu (seferki aldığımız) az bir miktardır." (Yusuf, 65)

"Kralın su kabını arıyoruz; onu getirene bir deve yükü (bahşiş) var dediler. (İçlerinden biri:) Ben buna kefilim, dedi." (Yûsuf, 72)

"İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait bir takım yararları yakînen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları (kurban kesmeleri için) sana (Kâbe'ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin." (Hacc, 27-28)

"Gerçekten onları imtihan etmek için dişi deveyi gönderen biziz. Sen onları gözetle ve sabret." (Kamer, 27)

"Arkadaşlarını çağırdılar, o da (bundan cür'et alarak) kılıcını kaptı ve deveyi kesti." (Kamer, 29)

"Susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz." (Vakıa, 55)

"Allah'ın, onlardan (mallarından) Peygamberine verdiği ganimetler için siz at ve deve koşturmuş değilsiniz. Fakat Allah, peygamberlerini dilediği kimselere karşı üstün kılar. Allah her şeye kadirdir." (Haşr, 6)

"Her bir kıvılcım, sanki birer sarı deve gibidir." (Murselât, 33)

"Bizi, âyetler (mucizeler) göndermekten alıkoyan tek şey, öncekilerin bu âyetleri yalanlamış olmasıdır. Nitekim Semûd kavmine, açık bir mucize olmak üzere bir dişi deve vermiştik. Onlar ise, (bu deveyi boğazladılar ve) bu yüzden zalim oldular. Oysa biz âyetleri ancak korkutmak için göndeririz." (İsra, 59)

"Semûd kavmi azgınlığı yüzünden (Allah'ın elçisini) yalanladı. Onların en bedbahtı (deveyi kesmek için) atıldığında, Allah'ın Resûlü onlara: «Allah'ın devesine ve onun su hakkına dokunmayın!» dedi. Ama onlar, onu yalanladılar ve deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri günahları sebebiyle onlara büyük bir felâket gönderdi de hepsini helâk etti. (Allah, bu şekilde azap etmenin) âkıbetinden korkacak değil ya!" (Şems, 11-15)

8 Ekim 2022 Cumartesi

GÖKLERİN "YAĞMA"SIDIR YERİ "BİTİREN"

GÖKLERİN "YAĞMA"SIDIR YERİ "BİTİREN",şimşek,yıldırım,yağmur,fırtına,yağma,saman,servet,beddua,ihsan,cimri,semavi,çöl,kasırgı,OSMAN YAZICI,orjinal içerik,

GÖKLERİN "YAĞMA"SIDIR YERİ "BİTİREN"
Sicim sicim yağmasaydı yağmur, can suyunu nereden alırdı tohum? Beyazını kıştan esirgeseydi kar, baharda gelin gibi nasıl süslenirdi toprak? Açmasaydı güneş altın kesesini, bereketin çil çil sarısını nasıl harman ederdi insan? Esmeseydi aşılayıcı rüzgar, hangi çiçek aşererdi meyveye?...

Önce yerin ‘sâmân’ındaki (sâmân: servet) 'sema’nın payı görülmeli ve bu pay verilmelidir. Göklerin payı ise şükürdür, olmayana vermektir.

Zaten gökler kendi payına ayrılanı yine fazlasıyla insana iade edecektir. Zira sadaka ve şükür
malı eksiltmez. Aksine temizler, arıtır ve artırır.

(Eğer şükrederseniz size olan nimetimi artırırım. İbrahim Suresi - 7. Ayet) (Resûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır: “Her sabah yeryüzüne iki melek iner. Bunlardan biri: «Allâh’ım! Malını hak yolunda harcayana yenisini ihsân eyle!» diye duâ eder. Diğeri de: «Allâh’ım! Cimrilik edenin malını telef et!» diye bedduâ eder.” (Müslim)

Semanın, semavi olanın payını çok göreni göklerin sel, çığ, çöl, kasırga eliyle"paylamayacağını" kim bilebilir?...
Osman YAZICI

5 Aralık 2019 Perşembe

ARGAN AĞACI VE KEÇİLER

argan yağı, argan, argan ağacı, keçiler, fas, afrika, çöl, teke, keçi

argan yağı, argan, argan ağacı, keçiler, fas, afrika, çöl, teke, keçi

ARGAN AĞACI VE KEÇİLER

Fas, Kuzey Afrika’nın ülkelerinden biri. Burası ağaç dallarına musallat olmuş keçileriyle ünlü. Normalde çiftçilerin ağaçlara zarar verdiği gerekçesiyle keçilerin dallara çıkmasını engellemesi gerekir. Ancak bu ülkede çiftçiler onların özellikle dallara çıkıp, dikenli ağaçların meyvesini yemelerini istiyor. Çünkü bu keçiler, karınlarını doyururken aynı zamanda birer kozmetik işçisi gibi çalışıyor. Nasıl mı? Uçsuz bucaksız çöllerde Fas’a özgü argan isimli ağaçlar yetişiyor. 200 yıla kadar yaşayabilen bitkinin badem büyüklüğünde sert çekirdekleri bulunuyor. Çekirdekleri kırmak öyle kolay değil. Keçiler, dallara çıkıp bitkilerin yaprağını yerken çekirdekleri de yutuyor. Midede yumuşayan çekirdekler, hayvanların dışkısıyla birlikte atılıyor. Berberi çiftçiler de bu çekirdekleri topluyor, içini çıkarıp eziyor. Ve ortaya dünyaca ünlü argan yağı çıkıyor. Fas’tan birçok ülkeye ihraç edilen argan yağları, yenilebiliyor ve kadınların güzellik sırrı. Yağ sofraya konmadan önce kavurma işleminden geçiyor.

3 Aralık 2019 Salı

SELMAN-I FARİSİ’NİN İBRETLERLE DOLU HİKAYESİ

selmanı farisi, hz selman, dini hikaye, ibretli hikaye, kıssa, menkıbe, çöl, asrı saadet, peygamber, hz Muhammed, mekke, medine, islam, mecusilik, kölelik, hristiyanlık,


SELMAN-I FARİSİ’NİN İBRETLERLE DOLU HİKAYESİ

Selmân-ı Fârisî’nin Müslüman oluşu ve hürriyetine kavuşturulması nasıl oldu? Selmân-ı Fârisî’nin İran’dan başlayıp Medine’de nihayete eren ibretlerle dolu hidayet yolculuğu...

Medîneli bir Yahûdî’nin kölesi olan Selmân-ı Fârisî, İslâm nîmetiyle perverde oluşunun nice ibretlerle dolu hikâyesini İbn-i Abbâs Hazretlerine şöyle anlatmıştır:
“Ben Isbahan’ın Ceyy adlı köyünde yaşayan bir kimse idim. Babam köyümüzün eşrâfındandı. Hayatta en çok sevdiği kimse bendim. Bu aşırı sevgisi sebebiyle beni yanından hiç ayırmaz, kız evlâdı gibi dâimâ evde tutar, dışarı çıkarmazdı. Babamın dîni olan Mecûsîliğe (Ateşperestliğe), kendimi o kadar kaptırmıştım ki, ateşgedeye bakma, ateş yakma işini bile üzerime almıştım. Ateşgededeki ateşin bir an olsun sönmesine izin vermezdim. Babamın büyük bir çiftliği vardı. Kendisi bir gün inşaat işiyle uğraşıyordu. Bana:
«–Yavrum! Ben bugün hep inşaatla meşgûl olacağım, çiftliğe gidemeyeceğim. Oraya sen git!» dedi ve yapılması gereken bâzı şeyleri de söyledi. Sonra da bana:
«–Sakın ha, oralarda oyalanıp da beni endişelendirme! Şâyet gecikirsen seni merâk ederim ve bütün işlerim ortada kalır!» dedi.
Çiftliğe gitmek üzere yola çıktım. Bir Hıristiyan kilisesine rastladım. Seslerini işittim, içeride ibâdet ediyorlardı. Babam beni hep evde tuttuğu için insanların ne hâlde olduklarını bilmezdim. Bu sebeple merak edip, ne yapıyorlar bakayım, diye yanlarına vardım. Yaptıklarını seyrettim ve kendi kendime; «Vallâhi bu bizim dînimizden daha hayırlıdır.» dedim. Güneş batıncaya kadar oradan ayrılmadım. Çiftliğe ise hiç uğramadım. Onlara:
«–Bu dînin aslı nerededir?» diye sordum:
«−Şam’dadır.» dediler. Akşamleyin babamın yanına döndüm. Babam işi gücü bir tarafa bırakmış akşama kadar beni aratmış. Yanına vardığımda:
«–Yavrum! Neredeydin? Ben sana ne yapman gerektiğini söylememiş miydim?» dedi. Ona:
«–Babacığım! Kiliselerinde ibâdet eden bâzı kimselere rastladım. Onların ibâdetlerini gördüm, çok hoşuma gitti. Güneş batıncaya kadar yanlarından ayrılamadım.» dedim. Babam:
«–Evlâdım, o dinde hayır yoktur. Senin ve atalarının dîni ondan daha hayırlıdır.» dedi.
Babam kaçmamdan korkup ayağıma bir bukağı (kelepçe) vurdu, sonra da beni eve hapsetti. Kilisedeki hristiyanlara:
«−Yanınıza Şam’dan bir ticâret kâfilesi geldiği zaman bana haber verin!» diye adam gönderdim. Şam’dan hristiyan tüccarlar gelince haber verdiler. Ayağımdan demir bukağıyı çıkarıp attım. Onlarla birlikte Şam yolunu tuttum. Oraya varınca:
«–Din adamlarının ilim yönünden en üstünü kimdir?» diye sordum:
«−Kilisedeki piskopostur.» dediler. Yanına gittim ve ona:
«–Ben bu dîne girmek, senin yanında bulunmak, kilisede hizmet etmek, Hıristiyanlığı senden öğrenmek ve seninle birlikte ibâdet etmek istiyorum.» dedim. Bana:
«−Kiliseye gir!» dedi. Onunla birlikte içeri girdim. Şam Piskoposu kötü bir adamdı. Hıristiyanlara sadaka vermelerini emreder, toplanan şeyleri kendisi için biriktirir, yoksullara bir şey vermezdi. Hattâ böylece yedi küp dolusu altın ve gümüş biriktirmişti. Yaptıklarını gördükçe ona son derece kinleniyordum. Nihâyetinde adam öldü. Hıristiyanlar onu gömmek için toplandılar. Onlara:
«–Bu, kötü bir adamdı. Sadaka vermenizi emir ve teşvîk eder, getirdiklerinizi kendisi için saklar, yoksullara bir şey vermezdi!» dedim. Bana:
«–Sen bunu nereden biliyorsun?» diye sordular. Onlara:
«–Size onun hazînesini gösterebilirim.» dedim.
Gösterdiğim yerden, altın ve gümüş dolu yedi küp çıkardılar. Bunu görünce:
«–Vallâhi biz onu aslâ gömmeyiz.» dediler. Ölüsünü astılar ve taşa tuttular! Onun yerine kiliseye başka bir din adamı getirdiler. Beş vakit namaz kılmayanlar içinde ondan daha fazîletli, onun kadar dünyâyı hiçe sayan, âhirete rağbet eden, gece gündüz ibâdet eden bir kimse görmedim. Sonra bu zât ölüm döşeğine düştü. Kendisine:
«–Ey filân! Ben senin yanında bulundum. Senden önce hiç kimseyi, seni sevdiğim kadar sevmedim! Görüyorsun ki sana Allâh’ın emri gelmiş durumda. Bana ne yapmamı ve kime gitmemi tavsiye edersin?» dedim.
«–Evlâdım! Bugün benim yolumda giden bir kimse bilmiyorum. Sâlih insanlar ölüp gittiler. Yaşayanlar da dînin öteden beri tatbîk edilen hükümlerini değiştirip çoğunu da terk ettiler. Yalnız Musul’da bir zât vardır. O, benim tuttuğum yol üzeredir. Sen onun yanına git!» dedi.
Bu muhterem zât vefât edince Musul’daki dostunun yanına gittim. O ölünce, tavsiyesi üzerine Nusaybin’deki, ondan sonra da Ammûriye (Eskişehir yakınlarında bir yer)’deki zâtın yanına gittim. Ammûriye’de az çok bir şeyler de kazandım. Hattâ biraz davarlarım ve ineklerim de oldu. En sonunda Ammûriyeli din adamına da Allâh’ın emri geldi çattı:
«–Evlâdım! Vallâhi bugün yeryüzündeki insanlardan yanına gitmeni sana emir ve tavsiye edebileceğim, bizim düşüncemizde olan hiç kimse bilmiyorum! Fakat Âhir Zaman  Peygamberi’nin gelmesi çok yaklaşmış, gölgesi üzerimize düşmüştür! O Peygamber, İbrâhîm’in -aleyhisselâm- dîni üzere gönderilecektir. Kendisi Arap topraklarında zuhûr edecek, iki kara taşlık arasındaki hurma bahçeleri bulunan bir yere hicret edecektir. O, hediyeden yer, sadakadan yemez. O’nun iki kürek kemiği arasında da Peygamberlik mührü vardır. Eğer o diyarlara gitmeye gücün yeterse git, hemen yola düş!» dedi.
Nihâyet o da öldü. Allâh’ın dilediği kadar bir müddet daha orada oturdum. Sonra Kelb kabîlesinden bâzı tüccarlarla karşılaştım. Onlara:
«–Beni Arap diyârına götürünüz, ben de bunun mukâbilinde şu davarlarımı ve ineklerimi size vereyim.» dedim, kabûl ettiler. Mallarımı onlara verdim ve beni yanlarında götürdüler. Vâdi’l-Kurâ’ya vardığımızda bana zulmettiler, köle olarak bir yahûdîye sattılar. Yahûdînin yanında bir müddet kaldım. Vâdi’l-Kurâ’daki hurma ağaçlarını görünce; «Burası Ammûriye’deki efendimin bana târif ettiği, Âhir Zaman  Peygamberi’nin hicret yurdu mu acabâ?» diye ümitlendimse de kalbim buna tam olarak kânî olmadı.
Vâdi’l-Kurâ’da bulunduğum sırada, sâhibimin Kurayzaoğulları’ndan olan amcaoğlu geldi ve beni satın alıp Medîne’ye götürdü. Vallâhi Medîne’yi görür görmez, Ammûriye’deki efendimin târif ettiği, Âhir Zaman  Peygamberi’nin hicret edeceği yerin burası olduğunu anladım. Artık Medîne’de oturdum durdum. Hâlbuki Resûlullâh Peygamber olarak gönderilmiş, Mekke’de bir müddet kalmış. Fakat ben kölelik meşgûliyeti içinde bulunduğumdan O’nun hakkında hiçbir şey işitmemişim. Sonra Medîne’ye hicret edip gelmiş, yine haberim olmamış. Bir gün hurma ağacının üstünde çalışıyor, sâhibim ağacın gölgesinde oturuyordu. O sırada amcasının oğlu gelip sâhibime:
«–Ey filân! Allâh Kayleoğulları’nın (Evs ve Hazrec’in) belâsını versin! Vallâhi onlar Kubâ köyünde, Mekke’den yanlarına gelen ve Peygamber dedikleri bir zâtın başına toplanmış bulunuyorlar!» dedi.
PEYGAMBERLİK ALAMETLERİ
Bunu işitir işitmez beni öyle bir titreme tuttu ki, neredeyse efendimin üzerine düşecektim:
«−Ne dedin? Ne dedin?» diyerek hemen hurma ağacından indim. Sâhibim kızdı, bana şiddetli bir tokat vurdu ve:
«–Seni ne ilgilendirir? Sen işine bak!» dedi. Ben de:
«–Bir şey yok! Sâdece onun ne dediğini anlamak istedim.» dedim. Yanımda biriktirmiş olduğum biraz yiyecek vardı. Akşam olunca onları alıp Kubâ’da bulunan Resûlullâh’a gittim. Kendisine:
«–Senin sâlih bir zât olduğunu işittim. Yanında da muhtaç ve kimsesiz sahâbîlerin varmış! Yanımda sadaka olarak ayırdığım bâzı şeyler vardı. Durumunuzu öğrenince sizi buna daha lâyık gördüm!» diyerek onları kendisine takdîm ettim. Resûlullâh ashâbına:
«–Alınız, bunu yiyiniz!» buyurdu ve ondan yemedi. Kendi kendime; «Bu bir!» dedim. Sonra O’nun yanından ayrılıp yerime döndüm. Yine bir şeyler biriktirdim. O esnâda Allâh Resûlü de Medîne’ye gelmiş bulunuyordu. Yanına varıp:
«–Senin sadakadan yemediğini gördüm. Bu, sana ikrâm olmak üzere hazırladığım bir hediyedir!» dedim. Resûlullâh bu defâ ondan yedi ve ashâbına da yemelerini söyledi. Kendi kendime; «Bu iki!» dedim.
Daha sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz Bakîu’l-Garkad’da bulunduğu esnâda yanına vardım. Oraya ashâbından birinin cenâzesi münâsebetiyle gitmişti ve ashâbının arasında oturuyordu. Üzerinde, her tarafını bürüyen iki ihram vardı. Kendisine selâm verdim. Sonra da Ammûriye’deki zâtın bana târif ettiği Peygamberlik Mührü’nü görebilir miyim diye arka tarafına geçtim. Resûlullâh niyetimi anladı ve sırtından ridâsını sıyırdı. Peygamberlik Mührü’nü görür görmez tanıdım! Üzerine kapandım, öptüm ve ağlamaya başladım. Âlemlerin Efendisi bana:
«–Bu tarafa dön!» buyurdu. Gelip önlerinde oturdum.”
Daha sonra Hazret-i Selmân, İbn-i Abbâs Hazretlerine şöyle dedi:
“Ey İbn-i Abbâs! Sana anlattığım gibi başımdan geçenleri Allâh Resûlü’ne de anlattım. Benim bu kıssamı ashâbının da işitmiş olması, Resûlullâh’ın pek hoşuna gitti. Kölelik, bu Selmân’ı meşgûl ettiğinden, Bedir ve Uhud Gazveleri’nde Resûlullâh ile birlikte bulunmama imkân vermedi.” (Ahmed, V, 441-444; İbn-i Hişâm; I, 233-242; İbn-i Sa’d, IV, 75-80)
SELMAN-I FARİSİ’NİN (R.A.) EFENDİSİYLE ANTLAŞMASI
Hazret-i Selmân, ömrü boyunca arayışı içinde olduğu Allâh Resûlü’ne kavuşmuştu. Artık onun yegâne arzusu, dâimâ Peygamber Efendimiz’in yanında olmak, O’nun emrinde bulunmaktı. Nitekim Hazret-i Selmân’ın bu iştiyâkını gören Allâh Resûlü bir gün ona:
“–Ey Selmân! Kölelikten kurtulmak için efendin ile antlaşma yapsan olmaz mı?” diye sordu. Bunun üzerine Selmân -radıyallâhu anh-, çukurlarını da kazmak şartıyla üç yüz hurma ağacı dikmek ve kırk ukıyye[1]altın vermek üzere efendisi ile anlaştı. Resûl-i Ekrem de ashâbına:
“–Kardeşinize yardım ediniz!” buyurdu. Kimi on, kimi on beş, kimi yirmi fidan olmak üzere, herkes imkânı nisbetinde yardımda bulundu ve Hazret-i Selmân’ın ihtiyâcı olan üç yüz hurma fidanı toplandı.
PEYGAMBERİMİZİN DİKTİĞİ AĞAÇLAR
Allâh Resûlü:
“–Ey Selmân! Fidanlar için çukurlar kaz! Çukurları bitirdiğin zaman bana haber ver de onları kendi elimle dikeyim.” buyurdu.
Hazret-i Selmân-ı Fârisî hâdisenin devâmını şöyle anlatır:
“Hurma fidanları için çukurlar kazmaya başladım. Arkadaşlarım da bana yardım ettiler. Bitirince haber verdim, Resûlullâh fidanların dikileceği yere benimle birlikte geldi. Biz fidanları O’na veriyorduk, O da dikiyordu. Varlığım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, Allâh Resûlü tarafından dikilen hurma fidanlarından bir tâne bile tutmayan fidan olmadı. Böylece ağaç borcumu ödemiş oldum. Fidanlar, senesinde meyve vermeye başladı ve meyvesi yendi.”
Resûlullâh bir gazâdan tavuk yumurtası büyüklüğünde bir altın külçesi getirmişti.
«–Selmân ne yaptı?» diye sordu. Allâh Resûlü’nün yanına vardığımda bana:
«–Ey Selmân! Şunu al da borcunu öde!» buyurdu.
«–Yâ Resûlallâh! Üzerimde bulunan o kadar borca, bu kadarcık altın parçası nasıl yetecek?!» dedim. Allâh Resûlü altın külçesini eline alıp diline sürdükten sonra:
«–Al bunu! Allâh Teâlâ borcunu bununla ödeyecektir!» buyurdu.
Altını aldım. Alacaklıya ondan tartıp tartıp verdim. Hazret-i Selmân’ın varlığı kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, o altın külçesinden kırk ukıyye tarttım. O (öyle beketliydi ki) şâyet Uhud Dağı’yla tartılmış olsaydı, muhakkak ondan da ağır gelirdi!”
Hazret-i Selmân kölelikten kurtulduktan sonra, Hendek Savaşı’na hür olarak katıldı ve bundan sonra hiçbir savaşta Peygamber Efendimiz’in yanında bulunma fırsatını kaçırmadı.[2]
“SELMAN BİZDENDİR” 
Hazret-i Selmân-ı Fârisî, her hâli ile o kadar güzel bir nümûne şahsiyet ve câzibe merkezi bir zât hâline geldi ki, Ensâr da Muhâcirler de:
“−Selmân bizdendir.” diyerek onu paylaşamaz oldular.
Bunun üzerine Varlık Nûru Efendimiz:
“−Selmân bizdendir, Ehl-i Beyt’tendir.” buyurarak o mübârek sahâbîsini lutufların en güzeliyle taltîf etti. (İbn-i Hişâm, III, 241)
Bu mübârek sahâbî, ömrü boyunca İslâm ahlâkının güzelliklerini yansıtan nice zirve davranışlar sergileyerek, mü’minlere numûne-i imtisâl bir şahsiyet oldu.
HZ. SELMAN-I FARİSİ’NİN FAZİLETİ
Nitekim onun fazîletini aksettiren bir misâl şöyledir:
İslâm Devleti, yapılan fetihlerle geniş bir coğrafyaya hâkim olunca, vaktiyle bir Yahûdînin kölesi olan Hazret-i Selmân, Medâin bölgesine vâli tâyin edildi. O sırada Şam’dan Teymoğulları kabîlesine mensup bir zât Medâin’e geldi. Yanında bir yük de incir getirmişti. Hazret-i Selmân’ın sırtında gâyet mütevâzî bir aba vardı. Şamlı zât, Hazret-i Selmân’ı tanımıyordu. Onu bu hâlde görünce:
“−Gel şunu taşı!” dedi. Selmân da gitti, yükü sırtlandı. Halk kendisini görünce tanıdı. Adama:
“−Senin yükünü taşıyan bu zât, vâlidir!” dediler. Şamlı derhâl:
“−Seni tanıyamadım.” diyerek özür diledi ve sırtındaki yükü almaya davrandı. Selmân ise:
“−Zararı yok, yükü evine götürene kadar sırtımdan indirmeyeceğim.” dedi. (İbn-i Sa’d, IV, 88)
[1] 1 ukıyye yaklaşık 128 gram’a tekâbül eden bir ağırlık ölçüsüdür.
[2] Bkz. Ahmed, V, 443-444; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 419; İbn-i Abdilber, II, 634-638.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları

27 Mart 2018 Salı

Bir Annenin İbretlik Teslimiyeti Ancak Bu Kadar Olur

zemzem, hz ibrahim, hz. sare, hz. hacer, mekke, medine, hz. ismail, çöl, halilullah, Allah dostu, dini hikaye, kıssa


Bir Annenin İbretlik Teslimiyeti Ancak Bu Kadar Olurİlk eşi Hz. Sâre’den çocuğu olmayan Hz. İbrahim, daha sonra Hz. Hacer’le evlenmişti. Hz. Hacer validemiz- den Hz. İsmail dünyaya gelmişti. Hz. Sâre validemiz bu doğuma çok sevinmiş, ancak zamanla kadınlık hislerine hakim olamamış ve kıskançlık göstermeye başlamıştı. Aklı bu yersiz kıskançlığa karşı çıksa da hisleri buna isyan ediyordu.
Bu olayları takip eden zamanlarda Hz. İbrahim (aleyhis- selâm) İlahî emir üzerine Hacer validemizi ve henüz emzik- ten kesilmemiş olan oğlu Hz. İsmail’i yanına alarak yola çıkmıştı. Bu göçün zahirî sebebi, Hz. İbrahim’in iki eşi arasındaki kıskançlık olsa da, aslında o mahzun anne ve masum bebek kaderin hükmüne boyun eğmeli; asırlar son- ra gelecek “insanlık ağacının en kıymetli meyvesi”ne ze- min hazırlamak için hicret etmeliydi. Uzun bir yolculuktan sonra nihayet Mekke’ye varmışlardı. O günün Mekke’si, etrafı yanık dağlar ve kara çehreli kayalıklarla çevrili, kalplere ürperti veren, ekin bitmez, kervan geçmez bir vadiydi. Orada ne içecek bir su, ne de kendisinden su istenecek bir canlı vardı.
Hakk’ın Halîl’i, sadece bir kırba ve birkaç hurma ve- rerek, bu iki muhaciri bomboş vadinin ortasına bırakmış, gönlünü kavuran bir hicran ve yanaklarından süzülen gözyaşlarıyla Şam’a gitmek üzere oradan ayrılmıştı. Geri dönüp ardına bakmaktan bile kaçınıyor, hızlı adımlarla bir an önce gözden kaybolmak istiyordu. Hazreti Hacer, birkaç defa “İbrahim!..” diye seslendiyse de, o cevap verememiş; merhamet ve şefkatinden dolayı emre muhalif davranmaktan, hayatının neşesi bu iki insanı böyle bırakıp gidememekten korkmuştu. Ciğeri yanan mahzun kadın, iç çekişlerine mâni olabildiği bir an, son bir kez daha:
– Ey İbrahim, bizi kime bırakıyorsun!.. Yoksa bu, Allah’ın emri mi deyince, o yüce Nebi yine arkasına dönmeden:
– Evet, bu Rabbimizin emri, diyebilmişti.
O andan sonra artık Hacer gözyaşlarına “dur” emrini vermiş:
– Git ey İbrahim! Bu madem Allah’ın emri, O bizi zayi etmeyecek, yalnız bırakmayacaktır, diye seslenmişti.
Bu kavruk, kupkuru, haşin dağların, katılaşmış lavların ortasında, uzak vadinin derinliklerinde yalnız bir çocuk ve çaresiz bir kadın… Bunların hâli susuz, kimsesiz ve barınaksız nasıl olacaktı? Yaşamak için su gerekirdi; bebek süt, insan yâran, kadın kollayıcı, anne hâmî, yalnız dost, güçsüz yardımcı isterdi… Fakat emir, O’nun emri değilmiydi? O istemedi mi hicreti; O’nun muradı değil miydi ayrılıklar, geçici yalnızlıklar? Öyleyse, tevekkül, mutlak te- vekkül gerekirdi.
Cenab-ı Hakk’ın çağrısına cevaben göçe katlanan Hz. Hacer, kendini O’na teslim etmişti. Şehirden, hayatın için- den ayrılarak bu susuz, ıssız, çorak vadiye yerleşmeye de O’nun emri olduğu için katlanacaktı. O katıksız bir tevek- kül ve iman gücüyle bütün ince hesapları, kuru mantığı bir tarafa bırakmış ve yalnızca Yaratan’ına sığınmıştı. O’nu sevmiş, gönlünü bütünüyle O’na vermiş ve sadece O’na dayanmıştı.
Fakat Hz. Hacer öyle bir insandı ki, açlıktan ağlayan bebeğinin yanında mucize bekleyerek oturup duramazdı. Görünmez yerlerden bir elin uzanıp bir şeyler yapmasını, gökten bir zenbil inmesini, cennetten bir ırmağın akmasını umamazdı. Tevekkülü, boş ve gayretsiz bekleme olarak anlayamazdı. Öyleyse yavrusunu Allah’a emanet etme- li; kendisi de Allah’a derin itimad duygusuyla doğrularak Safâ-Merve arasında koşmaya, çırpınmaya durmalıydı; kendi iradesini temsil eden ayaklarıyla ve kendi gücünü gösteren elleriyle arayışa koyulmalıydı. Ve öyle de yaptı. Hiç ummadığı bir anda, hiç beklemediği bir yerden niyazın gücü ve Allah’ın rahmetiyle İlâhî lütuf yetişti. Cebrail (aley- hisselâm), asırlar sonraki bir kutlu doğumun şerbetini, o vila- detin beşiği Mekke’nin ilk sakinlerine takdim etti. İsmail’in ayaklarının önünde melek kanadıyla açılan öteler kaynaklı arktan su fışkırmaktaydı. Taştan doğan hayat kaynağı tatlı pınar öyle gür akmaktaydı ki; sevinç ve şükür çığlığı ko- paran bahtiyar anne “Zem zem!” diye bağırmak zorunda kalıyordu. Rivayetlere göre, “Zem zem” o günkü dilde “Dur dur” demekti.
Hz. Hacer validemiz, zemzem sayesinde hem susuz- luğunu hem de açlığını gidermiş; bebeğine de süt emzirip onu büyütmeye başlamıştı. Çok geçmeden, Allah Teâlâ, Yemenli Cürhüm kabilesinden bir yolcu kafilesini, Kâbe’nin bulunduğu yöne sevk etmişti. Zemzemi gören yolcular, burayı yurt edinmeye karar vermiş; böylece Hacer valide- mizin ve Hz. İsmail’in yalnızlıkları da sona ermişti.
Kıssadan Hisse1. İnsan, Allah’ın emirlerine her şeye rağmen O’nun emri olduğu için katlanmalı ve teslim olmalıdır. O’nu sev- meli, gönlünü bütünüyle O’na vermeli ve sadece O’na dayanmalıdır. Allah’ın emri ile başka herhangi bir hususun tercih edilmesi durumunda Allah’a gerçek mânâda inanmış bir Müslüman, Allah’ın emrini yerine getirmelidir.
2. Tevekkül, boş ve gayretsiz bir bekleme demek değildir. Bir insan hangi şartlarda olursa olsun, sebepler planında gereken ne ise onu yaptıktan sonra tevekküle sığınmalıdır. Bu, Allah’ın bir kanunudur.