Medine etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Medine etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ağustos 2023 Perşembe

OSMANLI'DAN KISSA - YAVUZ SELİM HAN VE HASAN CAN

 Bir gün Yavuz Sultan Selim sırdaşı Hasan Can'ı, huzuruna çağırttı. Sohbet esnasında ona:

"-Anlat bakayım Hasan, bu gece nasıl bir rüya gördün?" diye sordu.

Hasan Can, anlatmaya değer bir rüya görmediğini söyleyince Yavuz ona:

"-İnsan bütün bir gece uyur da hiç rüya görmez mi? Herhalde bir rüya görmüşsündür." diye ısrar etti. Bir şey hatırlayamayan Hasan Can mahcûb oldu. Daha sonra bir vesile ile rüyayı Kapı ağası Hasan Ağa'nın gördüğünü öğrendi ve kendisine anlattırdı. Ağa şöyle dedi:

“Bu gece Harem dairesi nur yüzlü kimselerle doldu Sultânın kapısı önünde de ellerinde birer sancak bulunan dört kişi duruyordu. En öndeki zatın elinde Sultânımızın sancağı vardı. O zat bana dedi ki:

"-Biz neye geldik, bilir misin?"

Ben de:

"-Buyurun!" dedim.

Bunun üzerine:

"-Şu gördüğün mübarek kişiler, Rasûlullah (sav) Efendimiz'in ashabıdır. Hepimizi Rasul-i Ekrem (sav) Efendimiz gönderip Sultân Selim Han'a selam söyledi ve buyurdu ki: “Harameyn'in (Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere'nin) hizmeti kendisine verildi, kalkıp gelsin!.. “

Bu gördüğün dört kimsenin birisi Ebû Bekr-i Sîddîk, diğeri Ömer-u'l-Faruk, bir diğeri de Osman-ı Zinnüreyn'dir. Ben de, Alî bin Ebî Talibim. Bunu hemen varıp Selîm Han'a müjdele!.."

Hasan Can, Hasan Ağanın rüyasını Sultân’a aynen nakletti. Padişahın mübarek yüzü kızardı ve gözlerinden sevinç yaşları boşanarak;

"Ey Hasan Can! Sana demez miyiz ki, biz, bir tarafa me'mûr olunmadıkça hareket etmeyiz. Ecdadımızdan her biri evliyalıktan nasîbini almışlardır. Her birinin nice kerametleri vardır..." dedi.

Meğer ki Sultân da o gece aynı rü'yayı görmüş. (Osman Nûri Topbaş-Altınoluk Dergisi, 1996-Kasim, Sayı:129, Sayfa:032)

21 Ekim 2022 Cuma

BEDEVİ'NİN DUASI - DİNİ KISSA - DİNİ HİKAYE

BEDEVİ'NİN DUASI,DİNİ KISSA,DİNİ HİKAYE,bedevi,mekke,kabe,medine,peygamberimizin kabri,hz Ömer,dua,tirmizi 14,
Hz. Ömer (ra) Resûlullah (sas)’in kabrini ziyaret eder. Kabri önünde bir bedevinin dua ettiğini görür ve arkasında durup duasını dinlemeye başlar.

Şöyle dua etmektedir bedevi:
“Yâ Rabbi! Bu senin Habibin, ben de kulunum. Şeytan da düşmanın.
Eğer beni bağışlarsan habibin sevinir, kulun kazanır, düşmanın üzülür.
Beni bağışlamazsan habibin üzülür, düşmanın sevinir, kulun helak olur.
Yâ Rabbi! Sen habibini üzmekten, düşmanını sevindirmekten, kulunu helak etmekten daha cömertsin.
Yâ Rabbi! Araplar arasında asil insanlar vefat ettiklerinde kabri başında kölesini azat etme geleneği vardır.
İşte Alemlerin Efendisi vefat etti. Kabri başında Beni cehennemden âzât et”.
Bunun üzerine Hz. Ömer avazı çıktığı kadar: “Yâ Rabbi!
Bu Bedevi’nin Senden istediğini ben de istiyorum” diye bağırır.
Sakalı ıslanıncaya kadar hıçkıra hıçkıra ağlar. Bedevî dayanamaz ve:
Ey Müminlerin Emiri! Sen de mi ağlıyorsun! der ...
Merhametlilerin en merhametlisi olan Allahım
Bizi de, ana-babamızı da, sevdiklerimizi de, üzerimizde hakları olanları da cehennemden âzât et.
Ya Rabbi! Biz de o bedevinin istediğini istiyoruz kabul eyle Allah’ım..! Allahümme amin Allahümme amin Allahümme amin
(Tirmizî,14.)

26 Eylül 2022 Pazartesi

OSMAN BİN AFFAN (Ra)

 

Hz. Osman,haya,edeb,Kur'an,zinnureyn,3.halife,cennetle müjdelenenler,peygamber damadı,cihad,şehid halife,arsı saadet,mekke,medine,
OSMAN BİN AFFAN (Radıyallahü Anh)

Cennetle müjdelenenlerdendir. Üçüncü halîfedir. Resûlullahın iki kızını aldığı için ZİNNÛREYN denir. İlk önce müslüman olanların, dördüncüsüdür. Hanımı Rukayye “radıyallahü anha” ile iki defa Habeşistana ve sonra, Medîne-i Münevvereye hicret etti.
Çok zengin tüccâr idi. Bütün malını dîni-İslâm için sarf etti. Hayâsı ile meşhûrdur.
Hicretin yirmidördüncü yılı başı olan Muharrem ayının birinci günü halîfe seçildi. Kur’ân-ı Kerîm okurken ve otuzbeşinci senede Zilhicce ayında şehîd edildi.
Hadîs-i şerîflerle medh edilmiştir. Orta boylu, gür sakallı, sarışın, güler yüzlü, doğan burunlu, yüzünün eti az, iri kemikli, Uzun kollu idi.
Bedir gazâsından başka, her gazada bulundu. Bedir gazası fazîletine de, dâhil edildi.
Namazda, bir rek’atde bütün Kur’ân-ı Kerîmi okuyan dört kimseden biridir. Çok okumaktan iki mushaf eskitti.
Hazret-i Ebû Bekr’in “radıyallahü anh” topladığı Kur’ân-ı Kerîmden, altı nüsha daha bastırıp Bahreyn, Şam, Basra, Bağdat, 
Yemen ve Mekke-i Mükerreme vilâyetlerine gönderdi. 
Halîfe Hazret-i Ömer-ül Fâruk ve Osman-ı Zinnûreyn, Aliyyül-Mürtazânın, mübârek elleri ile yazılmış olan, mushaf-ı şerîflerden bazı sâhifeleri, İstanbul’da, İslâm Eserleri Müzesinde mevcuttur.

11 Eylül 2022 Pazar

VEYSEL KARÂNÎ ve Hırkâ-i Şerîf

 

veysel karani, hırka-i şerif,yemen yıldızı,hz ömer, medine,mekke,tabiin,sahabe,hırka-i saadet,Ramazan ayı,süheyl-i yemeni,üveys,arasat meydanı,dini kıssa,hikaye,zikir,abid,

VEYSEL KARÂNÎ ve Hırkâ-i Şerîf


Üveys-i Kar’nî de denir. Tâbi’înin büyüklerindendir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” sağ iken, görmediği halde müslüman oldu. Fakat sahâbî olamadı. Hazret-i Ömer zamanında Medîneye geldi. Çok hürmet gördü. Basrada yaşadı. Sıffîn muhârebesinde Hazret-i Ali’nin yanında bulundu ve 37 yılında şehîd oldu. Anadoluya hiç gelmemiştir. Veysel Karânîye hediyye edilen hırka-i seâdet, Van civarında İrisan beylerine kadar gelmiş ve bunlar tarafından halîfe-i müslimîn Sultan Abdülmecid Han’a hediyye edilmiştir. Halîfe, bu hırka-i seâdet için, Fâtih civarında, “Hırkâ-i Şerîf” câmi’i yaptırmıştır. Her sene Ramezân-ı Şerîfin onbeşinden sonra camekân içinde olarak halka ziyâret ettirilmektedir.
Veysel Karânî, tâbi’înin önderi, rehber edindikleri zattır. İşte, evliyânın şâhı, hârikalar menbaı, kimsenin çıkamıyacağı makamlar sâhibi olan bu zata Süheyl-i Yemenî, yanî Yemen Yıldızı da denir.
Peygamber aleyhisselâm onun hakkında:
“Tabi’înin en hayırlısıdır” buyurmuşlardır. Onu sitayişle övmüştür. Bundan daha mükemmel bir övme yapabilmek, insanoğlu için mümkün değildir. Onun nefsi ölmüş, her işi, her hareketi Allahü teâlâdan olmuştur. Diğer bir hadîs-i şerîfte:
“Hak teâlâ kıyâmet günü Üveys sûretinde, yetmiş bin melek yaratır. Üveys de onların arasında olduğu halde Arasat Meydanına gelir. Oradan da Cennete gider. Allahü teâlâ hiç kimsenin tanımaması için, onların arasında gizler.” buyurdular.

3 Aralık 2019 Salı

SELMAN-I FARİSİ’NİN İBRETLERLE DOLU HİKAYESİ

selmanı farisi, hz selman, dini hikaye, ibretli hikaye, kıssa, menkıbe, çöl, asrı saadet, peygamber, hz Muhammed, mekke, medine, islam, mecusilik, kölelik, hristiyanlık,


SELMAN-I FARİSİ’NİN İBRETLERLE DOLU HİKAYESİ

Selmân-ı Fârisî’nin Müslüman oluşu ve hürriyetine kavuşturulması nasıl oldu? Selmân-ı Fârisî’nin İran’dan başlayıp Medine’de nihayete eren ibretlerle dolu hidayet yolculuğu...

Medîneli bir Yahûdî’nin kölesi olan Selmân-ı Fârisî, İslâm nîmetiyle perverde oluşunun nice ibretlerle dolu hikâyesini İbn-i Abbâs Hazretlerine şöyle anlatmıştır:
“Ben Isbahan’ın Ceyy adlı köyünde yaşayan bir kimse idim. Babam köyümüzün eşrâfındandı. Hayatta en çok sevdiği kimse bendim. Bu aşırı sevgisi sebebiyle beni yanından hiç ayırmaz, kız evlâdı gibi dâimâ evde tutar, dışarı çıkarmazdı. Babamın dîni olan Mecûsîliğe (Ateşperestliğe), kendimi o kadar kaptırmıştım ki, ateşgedeye bakma, ateş yakma işini bile üzerime almıştım. Ateşgededeki ateşin bir an olsun sönmesine izin vermezdim. Babamın büyük bir çiftliği vardı. Kendisi bir gün inşaat işiyle uğraşıyordu. Bana:
«–Yavrum! Ben bugün hep inşaatla meşgûl olacağım, çiftliğe gidemeyeceğim. Oraya sen git!» dedi ve yapılması gereken bâzı şeyleri de söyledi. Sonra da bana:
«–Sakın ha, oralarda oyalanıp da beni endişelendirme! Şâyet gecikirsen seni merâk ederim ve bütün işlerim ortada kalır!» dedi.
Çiftliğe gitmek üzere yola çıktım. Bir Hıristiyan kilisesine rastladım. Seslerini işittim, içeride ibâdet ediyorlardı. Babam beni hep evde tuttuğu için insanların ne hâlde olduklarını bilmezdim. Bu sebeple merak edip, ne yapıyorlar bakayım, diye yanlarına vardım. Yaptıklarını seyrettim ve kendi kendime; «Vallâhi bu bizim dînimizden daha hayırlıdır.» dedim. Güneş batıncaya kadar oradan ayrılmadım. Çiftliğe ise hiç uğramadım. Onlara:
«–Bu dînin aslı nerededir?» diye sordum:
«−Şam’dadır.» dediler. Akşamleyin babamın yanına döndüm. Babam işi gücü bir tarafa bırakmış akşama kadar beni aratmış. Yanına vardığımda:
«–Yavrum! Neredeydin? Ben sana ne yapman gerektiğini söylememiş miydim?» dedi. Ona:
«–Babacığım! Kiliselerinde ibâdet eden bâzı kimselere rastladım. Onların ibâdetlerini gördüm, çok hoşuma gitti. Güneş batıncaya kadar yanlarından ayrılamadım.» dedim. Babam:
«–Evlâdım, o dinde hayır yoktur. Senin ve atalarının dîni ondan daha hayırlıdır.» dedi.
Babam kaçmamdan korkup ayağıma bir bukağı (kelepçe) vurdu, sonra da beni eve hapsetti. Kilisedeki hristiyanlara:
«−Yanınıza Şam’dan bir ticâret kâfilesi geldiği zaman bana haber verin!» diye adam gönderdim. Şam’dan hristiyan tüccarlar gelince haber verdiler. Ayağımdan demir bukağıyı çıkarıp attım. Onlarla birlikte Şam yolunu tuttum. Oraya varınca:
«–Din adamlarının ilim yönünden en üstünü kimdir?» diye sordum:
«−Kilisedeki piskopostur.» dediler. Yanına gittim ve ona:
«–Ben bu dîne girmek, senin yanında bulunmak, kilisede hizmet etmek, Hıristiyanlığı senden öğrenmek ve seninle birlikte ibâdet etmek istiyorum.» dedim. Bana:
«−Kiliseye gir!» dedi. Onunla birlikte içeri girdim. Şam Piskoposu kötü bir adamdı. Hıristiyanlara sadaka vermelerini emreder, toplanan şeyleri kendisi için biriktirir, yoksullara bir şey vermezdi. Hattâ böylece yedi küp dolusu altın ve gümüş biriktirmişti. Yaptıklarını gördükçe ona son derece kinleniyordum. Nihâyetinde adam öldü. Hıristiyanlar onu gömmek için toplandılar. Onlara:
«–Bu, kötü bir adamdı. Sadaka vermenizi emir ve teşvîk eder, getirdiklerinizi kendisi için saklar, yoksullara bir şey vermezdi!» dedim. Bana:
«–Sen bunu nereden biliyorsun?» diye sordular. Onlara:
«–Size onun hazînesini gösterebilirim.» dedim.
Gösterdiğim yerden, altın ve gümüş dolu yedi küp çıkardılar. Bunu görünce:
«–Vallâhi biz onu aslâ gömmeyiz.» dediler. Ölüsünü astılar ve taşa tuttular! Onun yerine kiliseye başka bir din adamı getirdiler. Beş vakit namaz kılmayanlar içinde ondan daha fazîletli, onun kadar dünyâyı hiçe sayan, âhirete rağbet eden, gece gündüz ibâdet eden bir kimse görmedim. Sonra bu zât ölüm döşeğine düştü. Kendisine:
«–Ey filân! Ben senin yanında bulundum. Senden önce hiç kimseyi, seni sevdiğim kadar sevmedim! Görüyorsun ki sana Allâh’ın emri gelmiş durumda. Bana ne yapmamı ve kime gitmemi tavsiye edersin?» dedim.
«–Evlâdım! Bugün benim yolumda giden bir kimse bilmiyorum. Sâlih insanlar ölüp gittiler. Yaşayanlar da dînin öteden beri tatbîk edilen hükümlerini değiştirip çoğunu da terk ettiler. Yalnız Musul’da bir zât vardır. O, benim tuttuğum yol üzeredir. Sen onun yanına git!» dedi.
Bu muhterem zât vefât edince Musul’daki dostunun yanına gittim. O ölünce, tavsiyesi üzerine Nusaybin’deki, ondan sonra da Ammûriye (Eskişehir yakınlarında bir yer)’deki zâtın yanına gittim. Ammûriye’de az çok bir şeyler de kazandım. Hattâ biraz davarlarım ve ineklerim de oldu. En sonunda Ammûriyeli din adamına da Allâh’ın emri geldi çattı:
«–Evlâdım! Vallâhi bugün yeryüzündeki insanlardan yanına gitmeni sana emir ve tavsiye edebileceğim, bizim düşüncemizde olan hiç kimse bilmiyorum! Fakat Âhir Zaman  Peygamberi’nin gelmesi çok yaklaşmış, gölgesi üzerimize düşmüştür! O Peygamber, İbrâhîm’in -aleyhisselâm- dîni üzere gönderilecektir. Kendisi Arap topraklarında zuhûr edecek, iki kara taşlık arasındaki hurma bahçeleri bulunan bir yere hicret edecektir. O, hediyeden yer, sadakadan yemez. O’nun iki kürek kemiği arasında da Peygamberlik mührü vardır. Eğer o diyarlara gitmeye gücün yeterse git, hemen yola düş!» dedi.
Nihâyet o da öldü. Allâh’ın dilediği kadar bir müddet daha orada oturdum. Sonra Kelb kabîlesinden bâzı tüccarlarla karşılaştım. Onlara:
«–Beni Arap diyârına götürünüz, ben de bunun mukâbilinde şu davarlarımı ve ineklerimi size vereyim.» dedim, kabûl ettiler. Mallarımı onlara verdim ve beni yanlarında götürdüler. Vâdi’l-Kurâ’ya vardığımızda bana zulmettiler, köle olarak bir yahûdîye sattılar. Yahûdînin yanında bir müddet kaldım. Vâdi’l-Kurâ’daki hurma ağaçlarını görünce; «Burası Ammûriye’deki efendimin bana târif ettiği, Âhir Zaman  Peygamberi’nin hicret yurdu mu acabâ?» diye ümitlendimse de kalbim buna tam olarak kânî olmadı.
Vâdi’l-Kurâ’da bulunduğum sırada, sâhibimin Kurayzaoğulları’ndan olan amcaoğlu geldi ve beni satın alıp Medîne’ye götürdü. Vallâhi Medîne’yi görür görmez, Ammûriye’deki efendimin târif ettiği, Âhir Zaman  Peygamberi’nin hicret edeceği yerin burası olduğunu anladım. Artık Medîne’de oturdum durdum. Hâlbuki Resûlullâh Peygamber olarak gönderilmiş, Mekke’de bir müddet kalmış. Fakat ben kölelik meşgûliyeti içinde bulunduğumdan O’nun hakkında hiçbir şey işitmemişim. Sonra Medîne’ye hicret edip gelmiş, yine haberim olmamış. Bir gün hurma ağacının üstünde çalışıyor, sâhibim ağacın gölgesinde oturuyordu. O sırada amcasının oğlu gelip sâhibime:
«–Ey filân! Allâh Kayleoğulları’nın (Evs ve Hazrec’in) belâsını versin! Vallâhi onlar Kubâ köyünde, Mekke’den yanlarına gelen ve Peygamber dedikleri bir zâtın başına toplanmış bulunuyorlar!» dedi.
PEYGAMBERLİK ALAMETLERİ
Bunu işitir işitmez beni öyle bir titreme tuttu ki, neredeyse efendimin üzerine düşecektim:
«−Ne dedin? Ne dedin?» diyerek hemen hurma ağacından indim. Sâhibim kızdı, bana şiddetli bir tokat vurdu ve:
«–Seni ne ilgilendirir? Sen işine bak!» dedi. Ben de:
«–Bir şey yok! Sâdece onun ne dediğini anlamak istedim.» dedim. Yanımda biriktirmiş olduğum biraz yiyecek vardı. Akşam olunca onları alıp Kubâ’da bulunan Resûlullâh’a gittim. Kendisine:
«–Senin sâlih bir zât olduğunu işittim. Yanında da muhtaç ve kimsesiz sahâbîlerin varmış! Yanımda sadaka olarak ayırdığım bâzı şeyler vardı. Durumunuzu öğrenince sizi buna daha lâyık gördüm!» diyerek onları kendisine takdîm ettim. Resûlullâh ashâbına:
«–Alınız, bunu yiyiniz!» buyurdu ve ondan yemedi. Kendi kendime; «Bu bir!» dedim. Sonra O’nun yanından ayrılıp yerime döndüm. Yine bir şeyler biriktirdim. O esnâda Allâh Resûlü de Medîne’ye gelmiş bulunuyordu. Yanına varıp:
«–Senin sadakadan yemediğini gördüm. Bu, sana ikrâm olmak üzere hazırladığım bir hediyedir!» dedim. Resûlullâh bu defâ ondan yedi ve ashâbına da yemelerini söyledi. Kendi kendime; «Bu iki!» dedim.
Daha sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz Bakîu’l-Garkad’da bulunduğu esnâda yanına vardım. Oraya ashâbından birinin cenâzesi münâsebetiyle gitmişti ve ashâbının arasında oturuyordu. Üzerinde, her tarafını bürüyen iki ihram vardı. Kendisine selâm verdim. Sonra da Ammûriye’deki zâtın bana târif ettiği Peygamberlik Mührü’nü görebilir miyim diye arka tarafına geçtim. Resûlullâh niyetimi anladı ve sırtından ridâsını sıyırdı. Peygamberlik Mührü’nü görür görmez tanıdım! Üzerine kapandım, öptüm ve ağlamaya başladım. Âlemlerin Efendisi bana:
«–Bu tarafa dön!» buyurdu. Gelip önlerinde oturdum.”
Daha sonra Hazret-i Selmân, İbn-i Abbâs Hazretlerine şöyle dedi:
“Ey İbn-i Abbâs! Sana anlattığım gibi başımdan geçenleri Allâh Resûlü’ne de anlattım. Benim bu kıssamı ashâbının da işitmiş olması, Resûlullâh’ın pek hoşuna gitti. Kölelik, bu Selmân’ı meşgûl ettiğinden, Bedir ve Uhud Gazveleri’nde Resûlullâh ile birlikte bulunmama imkân vermedi.” (Ahmed, V, 441-444; İbn-i Hişâm; I, 233-242; İbn-i Sa’d, IV, 75-80)
SELMAN-I FARİSİ’NİN (R.A.) EFENDİSİYLE ANTLAŞMASI
Hazret-i Selmân, ömrü boyunca arayışı içinde olduğu Allâh Resûlü’ne kavuşmuştu. Artık onun yegâne arzusu, dâimâ Peygamber Efendimiz’in yanında olmak, O’nun emrinde bulunmaktı. Nitekim Hazret-i Selmân’ın bu iştiyâkını gören Allâh Resûlü bir gün ona:
“–Ey Selmân! Kölelikten kurtulmak için efendin ile antlaşma yapsan olmaz mı?” diye sordu. Bunun üzerine Selmân -radıyallâhu anh-, çukurlarını da kazmak şartıyla üç yüz hurma ağacı dikmek ve kırk ukıyye[1]altın vermek üzere efendisi ile anlaştı. Resûl-i Ekrem de ashâbına:
“–Kardeşinize yardım ediniz!” buyurdu. Kimi on, kimi on beş, kimi yirmi fidan olmak üzere, herkes imkânı nisbetinde yardımda bulundu ve Hazret-i Selmân’ın ihtiyâcı olan üç yüz hurma fidanı toplandı.
PEYGAMBERİMİZİN DİKTİĞİ AĞAÇLAR
Allâh Resûlü:
“–Ey Selmân! Fidanlar için çukurlar kaz! Çukurları bitirdiğin zaman bana haber ver de onları kendi elimle dikeyim.” buyurdu.
Hazret-i Selmân-ı Fârisî hâdisenin devâmını şöyle anlatır:
“Hurma fidanları için çukurlar kazmaya başladım. Arkadaşlarım da bana yardım ettiler. Bitirince haber verdim, Resûlullâh fidanların dikileceği yere benimle birlikte geldi. Biz fidanları O’na veriyorduk, O da dikiyordu. Varlığım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, Allâh Resûlü tarafından dikilen hurma fidanlarından bir tâne bile tutmayan fidan olmadı. Böylece ağaç borcumu ödemiş oldum. Fidanlar, senesinde meyve vermeye başladı ve meyvesi yendi.”
Resûlullâh bir gazâdan tavuk yumurtası büyüklüğünde bir altın külçesi getirmişti.
«–Selmân ne yaptı?» diye sordu. Allâh Resûlü’nün yanına vardığımda bana:
«–Ey Selmân! Şunu al da borcunu öde!» buyurdu.
«–Yâ Resûlallâh! Üzerimde bulunan o kadar borca, bu kadarcık altın parçası nasıl yetecek?!» dedim. Allâh Resûlü altın külçesini eline alıp diline sürdükten sonra:
«–Al bunu! Allâh Teâlâ borcunu bununla ödeyecektir!» buyurdu.
Altını aldım. Alacaklıya ondan tartıp tartıp verdim. Hazret-i Selmân’ın varlığı kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, o altın külçesinden kırk ukıyye tarttım. O (öyle beketliydi ki) şâyet Uhud Dağı’yla tartılmış olsaydı, muhakkak ondan da ağır gelirdi!”
Hazret-i Selmân kölelikten kurtulduktan sonra, Hendek Savaşı’na hür olarak katıldı ve bundan sonra hiçbir savaşta Peygamber Efendimiz’in yanında bulunma fırsatını kaçırmadı.[2]
“SELMAN BİZDENDİR” 
Hazret-i Selmân-ı Fârisî, her hâli ile o kadar güzel bir nümûne şahsiyet ve câzibe merkezi bir zât hâline geldi ki, Ensâr da Muhâcirler de:
“−Selmân bizdendir.” diyerek onu paylaşamaz oldular.
Bunun üzerine Varlık Nûru Efendimiz:
“−Selmân bizdendir, Ehl-i Beyt’tendir.” buyurarak o mübârek sahâbîsini lutufların en güzeliyle taltîf etti. (İbn-i Hişâm, III, 241)
Bu mübârek sahâbî, ömrü boyunca İslâm ahlâkının güzelliklerini yansıtan nice zirve davranışlar sergileyerek, mü’minlere numûne-i imtisâl bir şahsiyet oldu.
HZ. SELMAN-I FARİSİ’NİN FAZİLETİ
Nitekim onun fazîletini aksettiren bir misâl şöyledir:
İslâm Devleti, yapılan fetihlerle geniş bir coğrafyaya hâkim olunca, vaktiyle bir Yahûdînin kölesi olan Hazret-i Selmân, Medâin bölgesine vâli tâyin edildi. O sırada Şam’dan Teymoğulları kabîlesine mensup bir zât Medâin’e geldi. Yanında bir yük de incir getirmişti. Hazret-i Selmân’ın sırtında gâyet mütevâzî bir aba vardı. Şamlı zât, Hazret-i Selmân’ı tanımıyordu. Onu bu hâlde görünce:
“−Gel şunu taşı!” dedi. Selmân da gitti, yükü sırtlandı. Halk kendisini görünce tanıdı. Adama:
“−Senin yükünü taşıyan bu zât, vâlidir!” dediler. Şamlı derhâl:
“−Seni tanıyamadım.” diyerek özür diledi ve sırtındaki yükü almaya davrandı. Selmân ise:
“−Zararı yok, yükü evine götürene kadar sırtımdan indirmeyeceğim.” dedi. (İbn-i Sa’d, IV, 88)
[1] 1 ukıyye yaklaşık 128 gram’a tekâbül eden bir ağırlık ölçüsüdür.
[2] Bkz. Ahmed, V, 443-444; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 419; İbn-i Abdilber, II, 634-638.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları

27 Mart 2018 Salı

Bir Annenin İbretlik Teslimiyeti Ancak Bu Kadar Olur

zemzem, hz ibrahim, hz. sare, hz. hacer, mekke, medine, hz. ismail, çöl, halilullah, Allah dostu, dini hikaye, kıssa


Bir Annenin İbretlik Teslimiyeti Ancak Bu Kadar Olurİlk eşi Hz. Sâre’den çocuğu olmayan Hz. İbrahim, daha sonra Hz. Hacer’le evlenmişti. Hz. Hacer validemiz- den Hz. İsmail dünyaya gelmişti. Hz. Sâre validemiz bu doğuma çok sevinmiş, ancak zamanla kadınlık hislerine hakim olamamış ve kıskançlık göstermeye başlamıştı. Aklı bu yersiz kıskançlığa karşı çıksa da hisleri buna isyan ediyordu.
Bu olayları takip eden zamanlarda Hz. İbrahim (aleyhis- selâm) İlahî emir üzerine Hacer validemizi ve henüz emzik- ten kesilmemiş olan oğlu Hz. İsmail’i yanına alarak yola çıkmıştı. Bu göçün zahirî sebebi, Hz. İbrahim’in iki eşi arasındaki kıskançlık olsa da, aslında o mahzun anne ve masum bebek kaderin hükmüne boyun eğmeli; asırlar son- ra gelecek “insanlık ağacının en kıymetli meyvesi”ne ze- min hazırlamak için hicret etmeliydi. Uzun bir yolculuktan sonra nihayet Mekke’ye varmışlardı. O günün Mekke’si, etrafı yanık dağlar ve kara çehreli kayalıklarla çevrili, kalplere ürperti veren, ekin bitmez, kervan geçmez bir vadiydi. Orada ne içecek bir su, ne de kendisinden su istenecek bir canlı vardı.
Hakk’ın Halîl’i, sadece bir kırba ve birkaç hurma ve- rerek, bu iki muhaciri bomboş vadinin ortasına bırakmış, gönlünü kavuran bir hicran ve yanaklarından süzülen gözyaşlarıyla Şam’a gitmek üzere oradan ayrılmıştı. Geri dönüp ardına bakmaktan bile kaçınıyor, hızlı adımlarla bir an önce gözden kaybolmak istiyordu. Hazreti Hacer, birkaç defa “İbrahim!..” diye seslendiyse de, o cevap verememiş; merhamet ve şefkatinden dolayı emre muhalif davranmaktan, hayatının neşesi bu iki insanı böyle bırakıp gidememekten korkmuştu. Ciğeri yanan mahzun kadın, iç çekişlerine mâni olabildiği bir an, son bir kez daha:
– Ey İbrahim, bizi kime bırakıyorsun!.. Yoksa bu, Allah’ın emri mi deyince, o yüce Nebi yine arkasına dönmeden:
– Evet, bu Rabbimizin emri, diyebilmişti.
O andan sonra artık Hacer gözyaşlarına “dur” emrini vermiş:
– Git ey İbrahim! Bu madem Allah’ın emri, O bizi zayi etmeyecek, yalnız bırakmayacaktır, diye seslenmişti.
Bu kavruk, kupkuru, haşin dağların, katılaşmış lavların ortasında, uzak vadinin derinliklerinde yalnız bir çocuk ve çaresiz bir kadın… Bunların hâli susuz, kimsesiz ve barınaksız nasıl olacaktı? Yaşamak için su gerekirdi; bebek süt, insan yâran, kadın kollayıcı, anne hâmî, yalnız dost, güçsüz yardımcı isterdi… Fakat emir, O’nun emri değilmiydi? O istemedi mi hicreti; O’nun muradı değil miydi ayrılıklar, geçici yalnızlıklar? Öyleyse, tevekkül, mutlak te- vekkül gerekirdi.
Cenab-ı Hakk’ın çağrısına cevaben göçe katlanan Hz. Hacer, kendini O’na teslim etmişti. Şehirden, hayatın için- den ayrılarak bu susuz, ıssız, çorak vadiye yerleşmeye de O’nun emri olduğu için katlanacaktı. O katıksız bir tevek- kül ve iman gücüyle bütün ince hesapları, kuru mantığı bir tarafa bırakmış ve yalnızca Yaratan’ına sığınmıştı. O’nu sevmiş, gönlünü bütünüyle O’na vermiş ve sadece O’na dayanmıştı.
Fakat Hz. Hacer öyle bir insandı ki, açlıktan ağlayan bebeğinin yanında mucize bekleyerek oturup duramazdı. Görünmez yerlerden bir elin uzanıp bir şeyler yapmasını, gökten bir zenbil inmesini, cennetten bir ırmağın akmasını umamazdı. Tevekkülü, boş ve gayretsiz bekleme olarak anlayamazdı. Öyleyse yavrusunu Allah’a emanet etme- li; kendisi de Allah’a derin itimad duygusuyla doğrularak Safâ-Merve arasında koşmaya, çırpınmaya durmalıydı; kendi iradesini temsil eden ayaklarıyla ve kendi gücünü gösteren elleriyle arayışa koyulmalıydı. Ve öyle de yaptı. Hiç ummadığı bir anda, hiç beklemediği bir yerden niyazın gücü ve Allah’ın rahmetiyle İlâhî lütuf yetişti. Cebrail (aley- hisselâm), asırlar sonraki bir kutlu doğumun şerbetini, o vila- detin beşiği Mekke’nin ilk sakinlerine takdim etti. İsmail’in ayaklarının önünde melek kanadıyla açılan öteler kaynaklı arktan su fışkırmaktaydı. Taştan doğan hayat kaynağı tatlı pınar öyle gür akmaktaydı ki; sevinç ve şükür çığlığı ko- paran bahtiyar anne “Zem zem!” diye bağırmak zorunda kalıyordu. Rivayetlere göre, “Zem zem” o günkü dilde “Dur dur” demekti.
Hz. Hacer validemiz, zemzem sayesinde hem susuz- luğunu hem de açlığını gidermiş; bebeğine de süt emzirip onu büyütmeye başlamıştı. Çok geçmeden, Allah Teâlâ, Yemenli Cürhüm kabilesinden bir yolcu kafilesini, Kâbe’nin bulunduğu yöne sevk etmişti. Zemzemi gören yolcular, burayı yurt edinmeye karar vermiş; böylece Hacer valide- mizin ve Hz. İsmail’in yalnızlıkları da sona ermişti.
Kıssadan Hisse1. İnsan, Allah’ın emirlerine her şeye rağmen O’nun emri olduğu için katlanmalı ve teslim olmalıdır. O’nu sev- meli, gönlünü bütünüyle O’na vermeli ve sadece O’na dayanmalıdır. Allah’ın emri ile başka herhangi bir hususun tercih edilmesi durumunda Allah’a gerçek mânâda inanmış bir Müslüman, Allah’ın emrini yerine getirmelidir.
2. Tevekkül, boş ve gayretsiz bir bekleme demek değildir. Bir insan hangi şartlarda olursa olsun, sebepler planında gereken ne ise onu yaptıktan sonra tevekküle sığınmalıdır. Bu, Allah’ın bir kanunudur.

23 Mart 2017 Perşembe

ALLAH DA MI GÖRMÜYOR?

kova, bakraç, süt, inek sütü, süt koymak
ALLAH DA MI GÖRMÜYOR?

Bir gece vaktiydi. Hz. Ömer (ra), mûtâdı olduğu üzere Medîne sokaklarını gezmekteydi ki, ansızın durakladı. Önünden geçmekte olduğu evden dışarıya kadar taşan bir tartışma sesi dikkatini çekmişti. Bir ana, kızına:

“– Kızım, yarın satacağımız süte biraz su karıştır!” demekteydi.
Kız ise:

“– Anacığım, halîfe süte su karıştırılmasını yasak etmedi mi?” dedi.
Ana, kızının sözlerine sert çıkarak:

“– Kızım, gecenin bu saatinde halîfe süte su kattığımızı nereden bilecek?!.” dedi.
Ancak gönlü Allâh sevgisi ve korkusu ile dipdiri olan kız, anasının süte su katma hîlesini yine kabullenmedi:

“– Anacığım! Diyelim ki halîfe görmüyor, peki Allâh da mı görmüyor? Bu hîleyi insanlardan gizlemek kolay, ama her şeyi görüp bilen Kâinâtın Hâlıkı Allâh’tan gizlemek mümkün mü?..” dedi.

Rabbânî hakîkatlerle dolu temiz bir vicdan ve diri bir kalbe sâhip olan bu kızın, derûnî bir Allâh korkusu içinde annesine verdiği cevap, Hz. Ömer (ra)’ı son derece duygulandırdı. Mü’minlerin Emîri, onu sıradan bir sütçü kadının kızı değil, gönlündeki takvâsı ile müstesnâ bir nasip bildi ve oğluna gelin olarak aldı. Beşinci halîfe olarak zikredilen meşhur Ömer bin Abdülazîz, işte bu temiz silsileden doğdu.

(İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 203-204)

26 Eylül 2016 Pazartesi

ZULMEDENLER RAHAT UYUYAMAZ...


ZULMEDENLER RAHAT UYUYAMAZ...


Anlatıldığına göre Rum imparatoru, Hz. Ömer (ra)’e hediye olarak cübbe ve bazı elbiseler gönderdi. Rum elçisi Medîne’ye gelince “Halîfe’nin makamı ve sarayı nerede?” diye sordu. Ona “Halîfe’nin, senin zannettiğin gibi büyük bir sarayı yok, sâdece küçük bir evi var.” dediler ve evi gösterdiler. Elçi eve geldiğinde küçük, basit ve eski olduğu için kapısı kararmış bir ev buldu. Hz. Ömer’i aradı, fakat bulamadı. Onun kendi ihtiyaçlarını ve Müslümanların ihtiyaçlarını görmek için, yâni kontrol maksadıyla çarşıya gittiği söylendi. Elçi onu aramak için gitti ve sonunda bir duvarın gölgesinde uyurken buldu. Dilediğin yerde uyuyorsun. Oysa bizim idârecilerimiz zulmettiler. Onun için kalelere ve askerlere muhtaçtırlar.” dedi.

(İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l Beyân, 4. Cilt, 100. Sayfa, Erkam Yay.)