DİLİN MUADİLİ YOKTUR
Keskinliği kılıçta, zehri yılanda bile bulunmaz. Gönülde açtığı yaralara Lokman Hekim çare bulamaz. Arkadan çekiştirmeyle edindiği yırtıcılığı, 'ölü kardeş eti' yemesindeki ağzı kanlılığı leş yiyen hayvanlarda dahi yoktur. Deprem yıkıcı gücünden çekinir. Yalakalık salyaları köpeklerin su ihtiyacını giderir. Alayıyla komedyenlerin alayına meslek bıraktırır. Pabuç gibidir; şeytana pabucu ters giydirir, tilkinin pabucunu da dama atar. Eşi yoktur ama numarası çoktur...
Tatlılığı yanında bal yüzünü ekşitir, içler acısı duruma düşer. Narasından dağlar titrer. İpek yumuşaklığını kıskanır. Tesellisiyle kalp dostudur. Nağmeleri kuşları dut yemiş bülbüle çevirir. Şefkati ifşa, aşkı ilan eder. Doğruluk ve barıştırıcılığıyla yalanı yalan, kavgayı talan eder. Hayatın en belirginidir gayrısını falan filan eder...
İnsanı diğer canlılardan ayıran en büyük özelliği dili yani konuşmasıdır. Gönül dili, beden dili, söz dilini aynı anda fıtratına uygun konuşturan "üç lisan üç insan"dır ve "dillere destan"dır. İnsanların parmak izi gibi dil izi de farklıdır. İnsanın şahsiyeti, milliyeti, dini dilinden anlaşılır; dil izinden takip edilir.
Dilimizde yara veya hastalık varsa umutsuz olmayalım. Yeter ki onu iyileştirmeye gayret edelim. Zira uzuvlar arasında kendi kendini en kısa sürede tamir eden organ dildir. Unutmayalım ki dilin muadili yoktur. Zira bir dil bir insandır. Dilini tutan kazandı. Zira onun yerini tutan yok...
“İyiliğe iyilik her kişinin, kötülüğe iyilik er kişinin kârıdır” demiş büyüklerimiz. Er kişiler, "bayramlık ağzı"nı açana şeker, baklava, bayramlaşma, kucaklaşma, sevgi ve dostlukla tatlanmış “bayramlık ağızlarını” açarlar. Ya da; yenilir yutulur olmayan-ağza alınmayacak sözler karşısında “zaten niyetliyim” diyerek "oruç ağız"larını kapalı tutarlar. Ayrıca, bu er kişiler; sivri-acı olan biber dilin sözlerini “dost acı söyler” kantarında tartmaktan da geri durmazlar. Kısacası bu deryadiller, acı dile acı biber sürmezler.
"Dil baltası"na tam gaz vererek çok ileri gidene, "dil balatası" ve "dil bal tası"yla karşılık verenin lafının üstüne laf yok…
Osman YAZICI
kılıç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kılıç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
7 Ekim 2022 Cuma
4 Haziran 2018 Pazartesi
BİZDEN KİMSEYE ZARAR GELMEZ
Üstümüze kılıç çekilmedikçe,
Ülkemize girilmedikçe,
Tab'ama cefa edilmedikçe,
Bizden kimseye zarar gelmez!
(Fatih Sultan Mehmed Han)
10 Nisan 2017 Pazartesi
NEFİS MÜCADELESİ
Hz. ALİ (ra) 'den
NEFİS MÜCADELESİ ÖRNEĞİ...
Bir gazâda Hz. Ali, bir düşman neferini altına almış, tam onu öldürmek üzereydi. Ölümün pençesine kendisini kaptıran adam, âcizlik içinde iğrenç bir davranışa meylederek Hz. Ali’nin mübârek yüzüne tükürdü.
Allâh’ın gâlip arslanı Hz. Ali, o an nefsinin galebesinden endişe ederek birdenbire durdu ve elindeki kılıcı yere indirip düşmanını öldürmekten vazgeçti.
Bu hâl, tam öldürüleceği anda serbest kalan kâfirin gönlünde büyük bir muammâ oldu. O hengâmede savaşı, kavgayı unuttu, Hz. Ali’ye niçin kendisini serbest bıraktığını sordu. O Hak âşığı şöyle buyurdu:
“- Bizim gazâmız iki türlüdür:
Biri, senin gibi kâfirle gazâ etmektir ki, Allah rızâsı için olur.
Diğeri de nefsimizle gazâdır ki, nefsânî arzuları köreltmekle olur. Seninle savaşmam, Allah rızâsı içindi. Fakat sen benim yüzüme tükürdüğünde seni öldürseydim, nefsimin öfkesini tatmin etmek için öldürmüş olurdum ve nefsim beni mağlûb etmiş olurdu. Bu yüzden seni âzâd ettim. Nefsimi zaptedip gazâ-yı ekber etmiş oldum. Zîrâ bir mü’minin, nefsinin arzularına esir olması, senin gibi bir kâfirin zararından daha büyüktür.”
(Ramazanoğlu Mahmud Sâmî, Hz. Aliyyü’l-Murtezâ, sf. 117.)
O gönül erinin bu ârifâne cevâbı karşısında, kâfirin gözünden gaflet perdeleri kalktı, gönlü îman nûruyla aydınlandı. Daha sonra Hz. Ali’yle birlikte nice gazâlara katıldı. Hak uğrunda öfke ile nefsinden gelen öfkeyi birbirine karıştırmadan, önce nefsine, sonra da düşmana karşı kahramanca savaştı.
(Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Rahmet Esintileri, Erkam Yay.)
Bir gazâda Hz. Ali, bir düşman neferini altına almış, tam onu öldürmek üzereydi. Ölümün pençesine kendisini kaptıran adam, âcizlik içinde iğrenç bir davranışa meylederek Hz. Ali’nin mübârek yüzüne tükürdü.
Allâh’ın gâlip arslanı Hz. Ali, o an nefsinin galebesinden endişe ederek birdenbire durdu ve elindeki kılıcı yere indirip düşmanını öldürmekten vazgeçti.
Bu hâl, tam öldürüleceği anda serbest kalan kâfirin gönlünde büyük bir muammâ oldu. O hengâmede savaşı, kavgayı unuttu, Hz. Ali’ye niçin kendisini serbest bıraktığını sordu. O Hak âşığı şöyle buyurdu:
“- Bizim gazâmız iki türlüdür:
Biri, senin gibi kâfirle gazâ etmektir ki, Allah rızâsı için olur.
Diğeri de nefsimizle gazâdır ki, nefsânî arzuları köreltmekle olur. Seninle savaşmam, Allah rızâsı içindi. Fakat sen benim yüzüme tükürdüğünde seni öldürseydim, nefsimin öfkesini tatmin etmek için öldürmüş olurdum ve nefsim beni mağlûb etmiş olurdu. Bu yüzden seni âzâd ettim. Nefsimi zaptedip gazâ-yı ekber etmiş oldum. Zîrâ bir mü’minin, nefsinin arzularına esir olması, senin gibi bir kâfirin zararından daha büyüktür.”
(Ramazanoğlu Mahmud Sâmî, Hz. Aliyyü’l-Murtezâ, sf. 117.)
O gönül erinin bu ârifâne cevâbı karşısında, kâfirin gözünden gaflet perdeleri kalktı, gönlü îman nûruyla aydınlandı. Daha sonra Hz. Ali’yle birlikte nice gazâlara katıldı. Hak uğrunda öfke ile nefsinden gelen öfkeyi birbirine karıştırmadan, önce nefsine, sonra da düşmana karşı kahramanca savaştı.
(Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Rahmet Esintileri, Erkam Yay.)
7 Nisan 2017 Cuma
YAVUZ SULTAN SELİM HAN VE ELMA KONTROLÜ...
YAVUZ SULTAN SELİM HAN
VE ELMA KONTROLÜ...
Yavuz Sultan Selim Hân, Mısır’ı fethetmek için İstanbul’dan yola çıkmıştı. Ordu saatlerce bağ ve bahçelik yerlerden geçti. Her taraf meyvelikti. Tam Gebze’ye gelindiği zaman ordunun dinlenmesi için mola verildi.
Yavuz Sultan Selim Hân Yeniçeri Ağasını çağırtıp dedi ki:
- Canım bir elma istedi, bana elma bul!
Yeniçeri Ağası elma aradı bulamadı. Geri gelerek arzetti:
- Padişahım, bir tek elma dahi bulamadım.
Yavuz Sultan Selim Hân ısrar edip dedi ki:
“Padişahımız hastalanmıştır, hastalığın iyileşmesi elma yemesine bağlıdır. Kimde bir tane varsa mükâfatlandırılacaktır.” diye ilân verin.
Bu emir yerine getirildi. Fakat hiçbir asker elma getiremeyince Yavuz Sultan Selim Hân buyurdu ki:
“Eğer bir askerimin üstünde halkın bahçelerinden koparılmış bir tek elma çıkmış olsa idi, bu Mısır seferinden vaz geçecektim. Bunu ordunun ahlâkını tecrübe için yaptım.”
(Kaynak: Türkiye Çocuk Dergisi - Tarihten Bir Yaprak)
Yavuz Sultan Selim Hân, Mısır’ı fethetmek için İstanbul’dan yola çıkmıştı. Ordu saatlerce bağ ve bahçelik yerlerden geçti. Her taraf meyvelikti. Tam Gebze’ye gelindiği zaman ordunun dinlenmesi için mola verildi.
Yavuz Sultan Selim Hân Yeniçeri Ağasını çağırtıp dedi ki:
- Canım bir elma istedi, bana elma bul!
Yeniçeri Ağası elma aradı bulamadı. Geri gelerek arzetti:
- Padişahım, bir tek elma dahi bulamadım.
Yavuz Sultan Selim Hân ısrar edip dedi ki:
“Padişahımız hastalanmıştır, hastalığın iyileşmesi elma yemesine bağlıdır. Kimde bir tane varsa mükâfatlandırılacaktır.” diye ilân verin.
Bu emir yerine getirildi. Fakat hiçbir asker elma getiremeyince Yavuz Sultan Selim Hân buyurdu ki:
“Eğer bir askerimin üstünde halkın bahçelerinden koparılmış bir tek elma çıkmış olsa idi, bu Mısır seferinden vaz geçecektim. Bunu ordunun ahlâkını tecrübe için yaptım.”
(Kaynak: Türkiye Çocuk Dergisi - Tarihten Bir Yaprak)
20 Mart 2017 Pazartesi
4. MURAD HAN RÜŞVETÇİYİ NASIL YAKALADI?
DÖRDÜNCÜ MURAD HAN
RÜŞVETÇİYİ NASIL YAKALADI?
Bir gün Sultan Dördüncü Murad'a gelip, subaşılardan (polis) birinin halktan rüşvet aldığını, bildirdiler.
Padişah hemen bir müfettiş görevlendirdi ve şikâyeti araştırmasını emretti. Müfettiş tam bir ay adamı takip ettiği halde suçüstü yakalayamadı. Gelip durumu Padişah'a arzetti:
— Padişahım, zannedersem halk yanılıyor, şikâyet edilen subaşının rüşvet aldığına dair bir işarete rastlamadım.
Padişah kaşlarını çattı:
— Benim halkım yanılmaz, dedi, ama sende feraset yoktur.
— Feraset de ne ola ki Padişahım? Şöyle cevap verdi:
— Peygamber Efendimiz (sas) buyuruyor ki:
"Mü'minin ferasetinden sakının. Çünkü o Allah'ın nuruyla bakar." Feraset üstün zekâ. üstün kabiliyettir, anlayıştır. Hadi git...
Müfettişi gönderdikten sonra rüşvet aldığı iddia edilen subasını huzuruna çağırttı. Ona bir kese uzattı.
— Bunu al, sabah namazında Ayasofya Câmii'ne git, top kandilinin altında seni bekleyen fakire ver.
Adam keseyi aldı, kuşağının arasına koydu ve izin isteyip Padişahın huzurundan ayrıldı.
Ve sabah namazında Ayasofya Camii'ne gitti... Padişah'ın söylediği yerde kendisini bekleyen dilenci kılıklı adama keseyi uzattı:
Adam keseyi aldı.
— Allah Padişahımıza ve devletimize zeval vermesin, diye dua ederek koynuna attı. Subaşı gittikten sonra keseyi koynundan çıkarıp saydı. Yalnızca beş altın vardı.
Ertesi gün öğle üzeri halk rüşvetçi subaşının padişah tarafından yakalanıp cezalandırıldığı haberiyle bayram ediyordu. Bir belâdan kurtulmuşlardı.
Müfettiş işi merak etti. Kendisi bir ay peşinde dolaştığı halde adamı yakalayamamıştı da, padişah bir gece içinde bunu nasıl başarmıştı? Huzuruna çıkıp sorunca Padişah:
— Feraset dediğim budur işte. dedi. Adama verdiğim kesede elli altın vardı. Ama camide bekleyen fakire sadece beş altın verdi. Demek kırk beş altını kendi cebine attı. Böylece haram yediği anlaşıldı.
— Padişahım, kesede beş altın olduğunu nereden bildiniz?
Dördüncü Murad güldü:
— Camideki dilenci bendim. Bir suçluyu yakalamak için yapmayacağım yoktur. Çünkü ben Allah'tan korkarım.
Müfettiş, Padişahın ellerini minnetle öptükten sonra:
— Ferasetin ne demek olduğunu anladım, diye mırıldandı.
(kaynak: irfantakvimleri)
Bir gün Sultan Dördüncü Murad'a gelip, subaşılardan (polis) birinin halktan rüşvet aldığını, bildirdiler.
Padişah hemen bir müfettiş görevlendirdi ve şikâyeti araştırmasını emretti. Müfettiş tam bir ay adamı takip ettiği halde suçüstü yakalayamadı. Gelip durumu Padişah'a arzetti:
— Padişahım, zannedersem halk yanılıyor, şikâyet edilen subaşının rüşvet aldığına dair bir işarete rastlamadım.
Padişah kaşlarını çattı:
— Benim halkım yanılmaz, dedi, ama sende feraset yoktur.
— Feraset de ne ola ki Padişahım? Şöyle cevap verdi:
— Peygamber Efendimiz (sas) buyuruyor ki:
"Mü'minin ferasetinden sakının. Çünkü o Allah'ın nuruyla bakar." Feraset üstün zekâ. üstün kabiliyettir, anlayıştır. Hadi git...
Müfettişi gönderdikten sonra rüşvet aldığı iddia edilen subasını huzuruna çağırttı. Ona bir kese uzattı.
— Bunu al, sabah namazında Ayasofya Câmii'ne git, top kandilinin altında seni bekleyen fakire ver.
Adam keseyi aldı, kuşağının arasına koydu ve izin isteyip Padişahın huzurundan ayrıldı.
Ve sabah namazında Ayasofya Camii'ne gitti... Padişah'ın söylediği yerde kendisini bekleyen dilenci kılıklı adama keseyi uzattı:
Adam keseyi aldı.
— Allah Padişahımıza ve devletimize zeval vermesin, diye dua ederek koynuna attı. Subaşı gittikten sonra keseyi koynundan çıkarıp saydı. Yalnızca beş altın vardı.
Ertesi gün öğle üzeri halk rüşvetçi subaşının padişah tarafından yakalanıp cezalandırıldığı haberiyle bayram ediyordu. Bir belâdan kurtulmuşlardı.
Müfettiş işi merak etti. Kendisi bir ay peşinde dolaştığı halde adamı yakalayamamıştı da, padişah bir gece içinde bunu nasıl başarmıştı? Huzuruna çıkıp sorunca Padişah:
— Feraset dediğim budur işte. dedi. Adama verdiğim kesede elli altın vardı. Ama camide bekleyen fakire sadece beş altın verdi. Demek kırk beş altını kendi cebine attı. Böylece haram yediği anlaşıldı.
— Padişahım, kesede beş altın olduğunu nereden bildiniz?
Dördüncü Murad güldü:
— Camideki dilenci bendim. Bir suçluyu yakalamak için yapmayacağım yoktur. Çünkü ben Allah'tan korkarım.
Müfettiş, Padişahın ellerini minnetle öptükten sonra:
— Ferasetin ne demek olduğunu anladım, diye mırıldandı.
(kaynak: irfantakvimleri)
15 Aralık 2016 Perşembe
7 Aralık 2016 Çarşamba
ÖZLÜ SÖZLER
Kılıçla yaptırılamayan birçok iş,
güler yüzle ve tatlı dille kolayca yaptırılır.
(İmam Şafii)
19 Ekim 2016 Çarşamba
ÖZLÜ SÖZLER (KILIÇ KININDAN ÇIKMADIKÇA...)
"Kılıç kınından çıkmadıkça it sürüsü dağılmaz."
( II. Mahmud Han)
11 Mayıs 2016 Çarşamba
AT
"At binenin kılıç kuşananın."
(atasözü)
Anlamı: 1. Her şey onu gerektiği gibi kullanmasını, ondan yararlanmasını bilene yakışır, böyle kimselerin hakkıdır.
2. Bir alet ve araç, kullanmasını bilene yakışır, onun elinde değer kazanır.
14 Şubat 2016 Pazar
3 Aralık 2015 Perşembe
24 Ekim 2015 Cumartesi
Önümüzde Efendimiz (sas) yürürken...
...Yavuz Sultan Selim, ordusuyla beraber Mısır seferine çıkmıştı. Mısır’ın merkezi Kahire’ye ulaşmak için Sina Çölü’nü geçmek gerekiyordu. Kurak ve çorak bu çölü geçmek neredeyse imkânsız gözüküyordu. Tüm bu olumsuzluklara rağmen Yavuz, Sina Çölü’nü ordusuyla geçmeye kararlıydı. Ordu içinde bunun imkânsız olduğunu söyleyenlerolduysa da onları susturmasını bildi. Sina Çölü’nü geçerken yaşanan şu vaka ibretliktir:
Sina Çölü’nde yıllardan beri yağmur yağmamasının verdiği kuraklıkla, müthiş sıcaklık ve kum fırtınası vardır. Çölde ilerlerken Sultan Selim Han, bir ara atından iner. Sultanın ardından tüm devlet adamları da attan iner. Başta Sultan Selim Han ve tüm ordu, kurak ve çorak Sina Çölü’nde yayan yürümektedir. Ordu harap ve bîtab hâle gelmiştir. Fakat Yavuz, büyük bir edeb ve huşu içinde yürümeye devam etmektedir. Sebebi sorulunca; bütün heybet ve azametinden sıyrılıp, sükunet ve edeple şöyle der: “Önümüzde, Fahr-i Kâinat Resûlullah Efendimiz Hazreti Muhammed yürümükteyken, at üstünde gitmekten hayâ ederim!” Yavuz ve ordusu bir hafta gibi kısa bir sürede Sina Çölü’nü geçerek tarihte eşine az rastlanır bir başarıya imza atmışlardır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)