güzel hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
güzel hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Kasım 2015 Çarşamba

DÜŞMANLARI BİLE OSMANLI'NIN ADALETİNE GÜVENİYORDU...


Boğdan Beyi Büyük Stefan, 16. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin gelişme yolu üzerinde direnmiş ve Türk orduları ile savaşa tutuşmuş olmasından dolayı Katolik Avrupa tarafından kendisine "Hıristiyanlığın şövalyesi" ünvanı verilen ve kahraman kabul edilen bir kişiydi.

Boğdan Beyi Stefan ölüm döşeğine düşünce evlatlarına gayet ibretli bir şekilde şu nasihati verir.

"Belki de yakında himayeye muhtaç olacaksınız. Asla Rus'a yanaşmayın. Haindir, sizi yok eder. Fakat kendinizi TÜRKLERE EMANET EDİN. ADİL ve MERHAMETLİDİRLER..."

3 Kasım 2015 Salı

* SEV DE GEL EVLADIM SEV DE GEL...

Bir gün bir genç, Hz. Mevlana'nın kapısına gelip;
- "Beni müridliğe kabul buyurun efendim" diyerek niyazda bulunur…
Hz. Mevlana gence bakar ve
- "Hiç aşık oldunuz mu evladım?" diye sual eyler.

Genç şaşkın bir halde ne diyeceğini bilemez.
Hz. Mevlana, müridliğe kabul edilmesi için önce bir kulu sevmiş olması gerektiğini söyler ve genci geri gönderir.
Genç ne yapacağını bilemez bir hal içinde ertesi gün tekrar tekkenin kapısını çalar ve isteğini yeniler.
Hz. Mevlana sualinde ısrarlıdır ve genci tekrar geri gönderir.
Üçüncü gün genç dayanamaz ve Hz. Mevlana'ya bu isteğinin hikmetini sorar.

Hz. Mevlana mütebessim bir çehreyle müride döner ve
- "Bir kulu dahi sevmekten aciz olan, nasıl yüceler yücesi ALLAH"a aşık olmaya yol bulur?
Bir kulun ateşine yanmamış gönül, yüceler yücesinin aşkını nasıl bilsin de yansın?
"SEV de GEL Evladım SEV de GEL…"

28 Ekim 2015 Çarşamba

NASİP ÇEŞMESİ...

(Çok güzel ve yaşanmış gerçek bir olay lütfen okuyun.)

...Bir ramazan günüdür. Sultan Mahmut halkın kendisini tanıyamayacağı bir kıyafetle dolaşmaktadır. Bir ayakkabıcı dükkanından gelen ses dikkatini çeker padişahın. İhtiyar bir adam elindeki çekici boş örse vururken şöyle mırıldanmaktadır.

- Tıkandı da tıkandı, tıkandı da tıkandı…

Sultan Mahmut selam verip içeri girer:

- Hayrola baba, nedir tıkanan?

İhtiyar elindeki çekici boş örse vurmaya devam ederek:

- Sorma be evlat, der, tıkandı da tıkandı.
(Kırış kırış alnı, bembeyaz sakalıyla nur yüzlü bir ihtiyardır bu.)

Bundan iki-üç sene önceydi evlat, bir rüya gördüm. Çok büyük bir şadırvan vardı. Her tarafında irili-ufaklı çeşmeler… kiminden oluk oluk su akıyor, kiminden damla damla, kiminden iplik gibi. Nedir bu, diye sordum. Nasip çeşmesi, dediler. Oluk oluk akan padişahın nasibiymiş. Diğeri filan sadrazamın, öteki bilmem kimin… Gözüm bir çeşmeye takıldı o sıra. Arada bir tek-tük damlalar düşen bir çeşmeydi bu. Bu kimin, dedim. Senin çeşmen dediler.

İhtiyarı dinliyor görünse de, gülmesini zor tutuyordu padişah:

- Eee?..

- Oradan bir odun parçası buldum, çeşmenin ağzını açmak için zorlarken, odun kırılıp iyice tıkamasın mı çeşmeyi!.. Damla düşmez oldu. O günden beri böyleyim işte evlat.

Elindeki çekici örse vurmaya devam etti ihtiyar adam:

- Tıkandı da tıkandı…

Padişah sevmiştir bu tuhaf ihtiyarı. Saraya döndüğünde bir hindi dolması hazırlatır. İçinde çil çil altınlar olan bir hindi dolması. Dükkanı tarif edip hindiyi gönderir, neticeyi beklemeye başlar.

Tıkandı baba sevinir hediyeyi görünce. Nihayet nasibim açıldı der. İftara az bir zaman kala bu hindiyle bir iftar etmektense bunu satar, üç günlük yiyecek alırım diye düşünür. Hindiyi üç-beş akçeye satar.

Hadiseyi duyan Sultan Mahmut, gülmeye başlar, adamlarına yeni bir emir verir.

- Hemen bir tepsi baklava hazırlayın, her dilimin altına bir altın koyup götürün ihtiyara…

Tıkandı Baba, hindiyi sattığı komşusuna baklavayı da birkaç akçeye satar. Mutludur artık, nihayet nasibi açılmıştır işte. Padişah ise ihtiyarın saflığına kızmaya başlar:

- Getirin bana o ihtiyarı!

Tıkandı Baba Padişah’ın huzuruna getirilir. Olanı-biteni bir bir anlatır padişah. İhtiyar adam çok üzülür. Ellerini dizlerine vurarak dövünmeye başlar:

- Tıkandı da tıkandı, tıkandı da tıkandı…

Onun bu halini gören Sultan Mahmut bir kez daha merhamete gelir. Vezirine işaret verir. Hazine dairesinden bir altın sandığı, bir de kürek getirilir. İhtiyar küreği sandığa daldırıp çıkartacak, küreğin içindeki altınlar onun olacaktır.

Tıkandı Baba sevinir. Padişah’a dualar ederek heyecanla sandığa daldırır küreği. Sandıktan çıkardığında ise oracığa yığılır, bayılıverir. Zira heyecandan küreği ters daldırmıştır Tıkandı Baba. Ve küreğin sırtında tek bir altın vardır! O altında heyacandan küreği titretince yere düşmüştür...

Sultan Mahmut nasipsizliğin deyimi olarak kalacak olan sözünü orada söyler işte.

- Vermezse MABUD, neylesin MAHMUT...

27 Ekim 2015 Salı

İSTEMEYİ BİLMEK GEREK...


Sultan Mahmut Üsküdar sırtlarında dolaşmaya çıkmıştır. Kalabalığın arasından bir çocuğu çağırır, kesesinden çıkardığı bir altını uzatır. Çocuk almak istemez. Padişah sebebini sorar. Çocuk der ki: 

- Ailem bu altını görünce nereden bulduğumu sorarlar, hırsızlık yaptığımı zannederek döverler beni. 

Şaşırır padişah:

- Evladım, benim verdiğimi söylersin sen de.

- O hiç olmaz sultanım. Padişahın verdi mi bir tek altın vermeyeceğini onlar da bilirler..

Üslup önemli, istemeyi bilmek zor iş.

Çocuk mu? Kesenin tamamını almış tabii ki…

24 Ekim 2015 Cumartesi

ÖKÜZLÜK ETMENİN ALEMİ YOK...


(Üzerinde düşünmemiz gereken bir hikaye)
Ormanın birinde Aslanlar toplanmış. "yahu" demişler, "hesapta kralız, açlıktan öleceğiz birader ....
Maymuna saldırsak, ağaca kaçıyor;
Fillere saldırsak, fazla büyük...
Ceylanlar hızlı, yetişemiyoruz; kuşa dalsak, uçuyor,
Ee balık yakalayacak halimiz de yok...
N'aapsak? "
Bir tanesi "en iyisi, öküzlere saldıralım" demiş,
"iri yarı görünüyorlar ama ne pençeleri var, ne dişleri diş... Tam dişimize göre! Olur mu? Olur.
Hücum!
Ama evdeki hesap çarşıya uymamış;
Öküz, öyle yabana atılacak hayvan değilmiş meğer, organize oluyorlar, topluca savunma yapıyorlar, püskürtüyorlarmış.
Aslanlar aç bilaç.
N'aapsak, n'aapsak? "tilkiye danışalım" demişler.
Tilki "kolay" demiş, "beni, öküzlerin yaşadığı zengin otlakların prensi yapın, işinizi halledeyim..."
Kabul etmişler.
Tilki, elinde beyaz bayrakla öküzlere gitmiş, "saygıdeğer öküzler" demiş, "aslında aslanlar uysaldır, sizi de çok seviyorlar...
Ama; Şu aranızdaki sarı öküz var ya, sarı öküz, işte sorun o...
Görünce tahrik oluyorlar, canları çekiyor, verin şu sarı öküzü,
Kurtulun kardeşim, huzur içinde yaşayın! "
Öküz heyeti düşünmüş taşınmış, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" Mantığıyla, verivermişler sarı öküzü...
Aslanlar da afiyetle yemiş.
Bir gün, iki gün ....
Tilki gene gelmiş. "bakın gördüğünüz gibi, saldırılar kesildi, mutlu mutlu yaşıyorsunuz" demiş
Ve eklemiş: "ama şu var ya benekli öküz, benekli öküz,
O burada olduğu sürece size rahat yüzü yok arkadaş,
Canları çekiyor, verin, kurtulun!"
Öküz heyeti düşünmüş, "otlağın selameti için" Teslim etmiş benekli öküzü...
Üç gün, dört gün...
Tilki gene gelmiş.
Kuyruğu uzun olanı...
Burnu beyaz olanı...
Tombul olanı...
Tek tek alıp, gitmiş.
Otlak seyrelmiş.
Semirmiş aslanlar.
Günlerden bir gün... Artık tilki gelmemiş!
Gerek kalmamış çünkü.
Doğrudan aslan gelmiş. "hanginizi istiyorsam,
Canım hanginizi çekiyorsa, onu vereceksiniz,
Adamı hasta etmeyin" demiş.
Otların arasında tir tir titreyen, tek tük kalmış öküzler, "KEŞKE O SARI ÖKÜZÜ VERMESEYDİK" demiş ama iş işten geçmiş.
İşte Öküzlük böyle bir şeydir...

YİĞİT OĞLUM...

ayyıldız, asker, türk askeri, minare, vatan, çanakkale, savaş
"Hüseyin'im, yiğit oğlum benim...
Dayın Şıpka'da, baban Dömeke'de ağaların sekiz ay evvel Çanakkale'de şehit düştüler. Bak son yongam sensin! Minareden Ezan Sesi kesilecekse, Cami'lerin kandilleri sönecekse sütüm sana haram olsun, öl de köye dönme! Yolun Şıpka'ya uğrarsa dayının ruhuna bir Fatiha okumayı da unutma! Haydi oğul, Allah yolunu açık etsin."(1. Dünya Savaşında Oğlunu askere uğurlayan bir OSMANLI ANASI)

Önümüzde Efendimiz (sas) yürürken...


...Yavuz Sultan Selim, ordusuyla beraber Mısır seferine çıkmıştı. Mısır’ın merkezi Kahire’ye ulaşmak için Sina Çölü’nü geçmek gerekiyordu. Kurak ve çorak bu çölü geçmek neredeyse imkânsız gözüküyordu. Tüm bu olumsuzluklara rağmen Yavuz, Sina Çölü’nü ordusuyla geçmeye kararlıydı. Ordu içinde bunun imkânsız olduğunu söyleyenlerolduysa da onları susturmasını bildi. Sina Çölü’nü geçerken yaşanan şu vaka ibretliktir:

Sina Çölü’nde yıllardan beri yağmur yağmamasının verdiği kuraklıkla, müthiş sıcaklık ve kum fırtınası vardır. Çölde ilerlerken Sultan Selim Han, bir ara atından iner. Sultanın ardından tüm devlet adamları da attan iner. Başta Sultan Selim Han ve tüm ordu, kurak ve çorak Sina Çölü’nde yayan yürümektedir. Ordu harap ve bîtab hâle gelmiştir. Fakat Yavuz, büyük bir edeb ve huşu içinde yürümeye devam etmektedir. Sebebi sorulunca; bütün heybet ve azametinden sıyrılıp, sükunet ve edeple şöyle der: “Önümüzde, Fahr-i Kâinat Resûlullah Efendimiz Hazreti Muhammed yürümükteyken, at üstünde gitmekten hayâ ederim!” Yavuz ve ordusu bir hafta gibi kısa bir sürede Sina Çölü’nü geçerek tarihte eşine az rastlanır bir başarıya imza atmışlardır. 

22 Ekim 2015 Perşembe

Anneye hizmet etmek

anne, hasta, evlat, vefa, hasta bakıcı, köy evi, hasta yatağı
İki kardeş vardı. Aralarında anlaşmışlar: Bir gece birisi annesine hizmet edip diğeri ibadetle meşgul olacak, diğer gecede hizmet eden ibadetle, ibadet eden de annesine hizmetle meşgul olacaktı. Bir gece kardeşlerden biri Allâhü Teâlâ’ya ibadetle meşgul olmuş ve bu ibadetinden çok büyük manevi lezzet duymuş, ertesi gece kardeşinden ibadet sırasını kendisine vermesini istemiş, kardeşi de kabul etmiş. O gece yine ibadetle meşgul iken secdede uyuyakalmış. Rüyasında:
“Allâhü Teâlâ kardeşini bağışladı. Onun bereketine seni de bağışladı.” diye bir ses işitmiş.
“Yâ Rabbi! Ama ben sana hizmet ediyorum, kardeşim ise anneme hizmet ediyor, demiş.
“Evet, sen hizmete ihtiyacı olmayana hizmet ediyorsun, kardeşin ise hizmete muhtaç olan annene hizmet ediyor.” denilmiş.
(Bu hikaye Ebu’l-Hasan Harkânî Hazretleri tarafından anlatılmıştır.)

21 Ekim 2015 Çarşamba

ADİL HÜKÜMDAR FATİH SULTAN MEHMED HAN...

Adil hükümdar, Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı,
Fatih Sultan Mehmet adını taşıyacak caminin inşaatında kullanılacak mermer sütunları kestiren rum mimarlarından İpsilanti Efendiye bir sebebten kızıp elini kestirir. 
...
bunun üzerine ipsilanti efendi, ilk istanbul kadısı Hızır çelebiye başvurur. Haksızlığa uğradığını belirtip hakkının padişahtan alınmasını ister. Kadı padişahı çağırtır. Padişah girdiğinde ipsilanti efendi davacı makamında ayakta durmaktadır. 
Padişah "maznun" minderine bağdaş kurmak üzereyken Kadı efendi kükrer: "BEGÜM; HASMINLA MÜRAFAA-İ ŞER' OLUNACAKSIN ( beyim , davacı ile yüzleştirileceksin.) AYAĞA KALK! Padişah kalkar kendisini savunması istenince hata ettiğini belirtir. Kadı efendi "kısasa kısas" hükmünü verir.
Hüküm gereğince Padişahın eli kesilecektir. Dinleyenler dehşetten ve hayretten donakalmıştır. Padişah boynunu büküp hükme rıza göstermiştir. Durum o kadar gergindir ki ipsilanti efendinin eli ayağı titremeye başlar. Aklı başına gelir gibi olunca kendisini padişahın ayaklarına atar. 
"Davamdan vazgeçtim. İslam adaletinin büyüklüğü karşısında küçüldüm. Böyle bir cihangirin elini kestirip kıyamete kadar lanetlenmeyi göze alamam." Fatih Sultan Mehmet'in eli kesilmekten kurtulur. Ama tazminat ödemesi gerekmektedir.
KESTİRDİĞİ ELİN DİYETİNİ ŞAHSİ GELİRİNDEN ÖDER. Ayrıca birde ev verir. Mahkeme sonrası herkes çıktığı zaman, padişah kadıya döner:
"bak a hızır çelebi, bu padişahtır deyu iltimas eyleseydin, ŞER'İ ŞERİFE MUGAYİR HÜKÜM VERSEYDİN şu kılıçla başını koparırdım." 
Kadı hızır çelebi minderini kaldırır. Minderinin altında duran demir topuzu padişaha gösterir: "SİZDE PADİŞAHLIĞINIZA MAĞRUREN HÜKMÜ TANIMASAYDINIZ BİLLAHİ BU TOPUZLA BAŞINIZI EZERDİM.

15 Ekim 2015 Perşembe

GÜNAH VARMI KARINCAYI KIRINCA?

Ebussuud, günah, güzel hikaye, Hakk, Kanuni Sultan Süleyman, karınca,
(Kanuni Sultan Süleyman ve Hocası Ebussuud)İstanbul’da güneşli bir günün sabahında Topkapı Sarayı’nın avlusunda bulunan Has Oda’nın kapısı açıldı. Uzun boylu genç bir adam arka bahçeye doğru ilerliyordu. Bu kişi, Avrupa’yı titreten, koca Akdeniz’i hâkimiyet altına alan Osmanlı Devleti’nin kudretli hükümdarı Kanunî Sultan Süleyman’dan başkası değildi. Devlet işlerinden vakit buldukça soluklanmak için arka bahçeye çıkar, ağaçları, kuşları, denizi seyrederdi.
O gün deniz, ağaçlar bir başka güzeldi, yalnız ağaçlardan birkaç tanesinin yapraklarının buruştuğunu fark etti. Hemen yanlarına yaklaştı ve eliyle tutup incelemeye başladı. Biraz sonra ağaçların neden buruştuklarını anlamıştı. Karıncalar sarmıştı o güzelim dallarını. Aklına bir çözüm yolu geldi. Ağaçları ilaçlatacaktı.
Böylece ağaçlar karıncalardan kurtulacak ve rahat bir nefes alacaklardı. Fakat birkaç dakika daha düşününce bu fikrin o kadar da iyi olmadığını anladı. Karıncalar da can taşıyordu, ağaçları ilaçlatırsa onlar ölebilirdi. İşin içinden çıkamayacağını anlayan Kanunî, bu konuyu danışmak için hocası Ebussuud Efendi’yi aramaya koyuldu. Hocasının odasına gitti. Ama hocası odada yoktu. Hemen oracıkta bulduğu kâğıt parçasına kafasına takılan soruyu edebî bir üslupla yazdı ve hocasının rahlesi üzerine bıraktı.
Birkaç saat sonra hocası odasına gelmiş ve rahlenin üzerinde el yazısı le yazılmış kâğıdı görmüştü. Eline hat kalemini alan Ebussuud Efendi,
talebesinin soruyu yazdığı kâğıdın altına bir şeyler yazdı ve kâğıdı rahleye bıraktı.
Kanunî bir ara tekrar hocasının odasına uğradı. Hocası yine yerinde yoktu; ama rahlenin üzerine bırakmış olduğu kâğıdın üzerine kendi yazısı dışında bir şeylerin daha yazılmış olduğunu gördü. Merakla kâğıdı eline aldı ve okumaya başladı. Yazıyı okuyunca yüzünde bir tebessüm belirdi. Kâğıdın üst kısmında Kanunî’nin hocasına yazdığı sual vardı. Kanunî şöyle diyordu hocasına:
Meyve ağaçlarını sarınca karınca
Günah var mı karıncayı kırınca?
Hocası Ebussuud soruyu şöyle cevaplıyordu:
Yarın Hakk’ın divanına varınca
Süleyman’dan hakkın alır karınca...