"Karnı açlardan
çok kalbi açlara acırım."(Cenap Şahabettin)
31 Mart 2017 Cuma
28 Mart 2017 Salı
KARTALLAR YALNIZ UÇAR
Karanlık aydınlıktan, yalan doğrudan kaçar.
Güneş yalnızda olsa etrafına ışık saçar.
Üzülme, doğruların kaderidir yalnızlık.
Kargalar sürü ile, kartallar yalnız uçar.
(Ömer Hayyam)
27 Mart 2017 Pazartesi
25 Mart 2017 Cumartesi
24 Mart 2017 Cuma
23 Mart 2017 Perşembe
ALLAH DA MI GÖRMÜYOR?
ALLAH DA MI
GÖRMÜYOR?
Bir gece vaktiydi. Hz. Ömer (ra), mûtâdı olduğu üzere Medîne sokaklarını gezmekteydi ki, ansızın durakladı. Önünden geçmekte olduğu evden dışarıya kadar taşan bir tartışma sesi dikkatini çekmişti. Bir ana, kızına:
“– Kızım, yarın satacağımız süte biraz su karıştır!” demekteydi.
Kız ise:
“– Anacığım, halîfe süte su karıştırılmasını yasak etmedi mi?” dedi.
Ana, kızının sözlerine sert çıkarak:
“– Kızım, gecenin bu saatinde halîfe süte su kattığımızı nereden bilecek?!.” dedi.
Ancak gönlü Allâh sevgisi ve korkusu ile dipdiri olan kız, anasının süte su katma hîlesini yine kabullenmedi:
“– Anacığım! Diyelim ki halîfe görmüyor, peki Allâh da mı görmüyor? Bu hîleyi insanlardan gizlemek kolay, ama her şeyi görüp bilen Kâinâtın Hâlıkı Allâh’tan gizlemek mümkün mü?..” dedi.
Rabbânî hakîkatlerle dolu temiz bir vicdan ve diri bir kalbe sâhip olan bu kızın, derûnî bir Allâh korkusu içinde annesine verdiği cevap, Hz. Ömer (ra)’ı son derece duygulandırdı. Mü’minlerin Emîri, onu sıradan bir sütçü kadının kızı değil, gönlündeki takvâsı ile müstesnâ bir nasip bildi ve oğluna gelin olarak aldı. Beşinci halîfe olarak zikredilen meşhur Ömer bin Abdülazîz, işte bu temiz silsileden doğdu.
(İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 203-204)
Bir gece vaktiydi. Hz. Ömer (ra), mûtâdı olduğu üzere Medîne sokaklarını gezmekteydi ki, ansızın durakladı. Önünden geçmekte olduğu evden dışarıya kadar taşan bir tartışma sesi dikkatini çekmişti. Bir ana, kızına:
“– Kızım, yarın satacağımız süte biraz su karıştır!” demekteydi.
Kız ise:
“– Anacığım, halîfe süte su karıştırılmasını yasak etmedi mi?” dedi.
Ana, kızının sözlerine sert çıkarak:
“– Kızım, gecenin bu saatinde halîfe süte su kattığımızı nereden bilecek?!.” dedi.
Ancak gönlü Allâh sevgisi ve korkusu ile dipdiri olan kız, anasının süte su katma hîlesini yine kabullenmedi:
“– Anacığım! Diyelim ki halîfe görmüyor, peki Allâh da mı görmüyor? Bu hîleyi insanlardan gizlemek kolay, ama her şeyi görüp bilen Kâinâtın Hâlıkı Allâh’tan gizlemek mümkün mü?..” dedi.
Rabbânî hakîkatlerle dolu temiz bir vicdan ve diri bir kalbe sâhip olan bu kızın, derûnî bir Allâh korkusu içinde annesine verdiği cevap, Hz. Ömer (ra)’ı son derece duygulandırdı. Mü’minlerin Emîri, onu sıradan bir sütçü kadının kızı değil, gönlündeki takvâsı ile müstesnâ bir nasip bildi ve oğluna gelin olarak aldı. Beşinci halîfe olarak zikredilen meşhur Ömer bin Abdülazîz, işte bu temiz silsileden doğdu.
(İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 203-204)
21 Mart 2017 Salı
20 Mart 2017 Pazartesi
GÜZEL VE ÖZLÜ SÖZLER
İnsan her şeyi anlatamaz, zaten kelimeler de her şeyi anlatmaya yetmez.
Cengiz Aytmatov
4. MURAD HAN RÜŞVETÇİYİ NASIL YAKALADI?
DÖRDÜNCÜ MURAD HAN
RÜŞVETÇİYİ NASIL YAKALADI?
Bir gün Sultan Dördüncü Murad'a gelip, subaşılardan (polis) birinin halktan rüşvet aldığını, bildirdiler.
Padişah hemen bir müfettiş görevlendirdi ve şikâyeti araştırmasını emretti. Müfettiş tam bir ay adamı takip ettiği halde suçüstü yakalayamadı. Gelip durumu Padişah'a arzetti:
— Padişahım, zannedersem halk yanılıyor, şikâyet edilen subaşının rüşvet aldığına dair bir işarete rastlamadım.
Padişah kaşlarını çattı:
— Benim halkım yanılmaz, dedi, ama sende feraset yoktur.
— Feraset de ne ola ki Padişahım? Şöyle cevap verdi:
— Peygamber Efendimiz (sas) buyuruyor ki:
"Mü'minin ferasetinden sakının. Çünkü o Allah'ın nuruyla bakar." Feraset üstün zekâ. üstün kabiliyettir, anlayıştır. Hadi git...
Müfettişi gönderdikten sonra rüşvet aldığı iddia edilen subasını huzuruna çağırttı. Ona bir kese uzattı.
— Bunu al, sabah namazında Ayasofya Câmii'ne git, top kandilinin altında seni bekleyen fakire ver.
Adam keseyi aldı, kuşağının arasına koydu ve izin isteyip Padişahın huzurundan ayrıldı.
Ve sabah namazında Ayasofya Camii'ne gitti... Padişah'ın söylediği yerde kendisini bekleyen dilenci kılıklı adama keseyi uzattı:
Adam keseyi aldı.
— Allah Padişahımıza ve devletimize zeval vermesin, diye dua ederek koynuna attı. Subaşı gittikten sonra keseyi koynundan çıkarıp saydı. Yalnızca beş altın vardı.
Ertesi gün öğle üzeri halk rüşvetçi subaşının padişah tarafından yakalanıp cezalandırıldığı haberiyle bayram ediyordu. Bir belâdan kurtulmuşlardı.
Müfettiş işi merak etti. Kendisi bir ay peşinde dolaştığı halde adamı yakalayamamıştı da, padişah bir gece içinde bunu nasıl başarmıştı? Huzuruna çıkıp sorunca Padişah:
— Feraset dediğim budur işte. dedi. Adama verdiğim kesede elli altın vardı. Ama camide bekleyen fakire sadece beş altın verdi. Demek kırk beş altını kendi cebine attı. Böylece haram yediği anlaşıldı.
— Padişahım, kesede beş altın olduğunu nereden bildiniz?
Dördüncü Murad güldü:
— Camideki dilenci bendim. Bir suçluyu yakalamak için yapmayacağım yoktur. Çünkü ben Allah'tan korkarım.
Müfettiş, Padişahın ellerini minnetle öptükten sonra:
— Ferasetin ne demek olduğunu anladım, diye mırıldandı.
(kaynak: irfantakvimleri)
Bir gün Sultan Dördüncü Murad'a gelip, subaşılardan (polis) birinin halktan rüşvet aldığını, bildirdiler.
Padişah hemen bir müfettiş görevlendirdi ve şikâyeti araştırmasını emretti. Müfettiş tam bir ay adamı takip ettiği halde suçüstü yakalayamadı. Gelip durumu Padişah'a arzetti:
— Padişahım, zannedersem halk yanılıyor, şikâyet edilen subaşının rüşvet aldığına dair bir işarete rastlamadım.
Padişah kaşlarını çattı:
— Benim halkım yanılmaz, dedi, ama sende feraset yoktur.
— Feraset de ne ola ki Padişahım? Şöyle cevap verdi:
— Peygamber Efendimiz (sas) buyuruyor ki:
"Mü'minin ferasetinden sakının. Çünkü o Allah'ın nuruyla bakar." Feraset üstün zekâ. üstün kabiliyettir, anlayıştır. Hadi git...
Müfettişi gönderdikten sonra rüşvet aldığı iddia edilen subasını huzuruna çağırttı. Ona bir kese uzattı.
— Bunu al, sabah namazında Ayasofya Câmii'ne git, top kandilinin altında seni bekleyen fakire ver.
Adam keseyi aldı, kuşağının arasına koydu ve izin isteyip Padişahın huzurundan ayrıldı.
Ve sabah namazında Ayasofya Camii'ne gitti... Padişah'ın söylediği yerde kendisini bekleyen dilenci kılıklı adama keseyi uzattı:
Adam keseyi aldı.
— Allah Padişahımıza ve devletimize zeval vermesin, diye dua ederek koynuna attı. Subaşı gittikten sonra keseyi koynundan çıkarıp saydı. Yalnızca beş altın vardı.
Ertesi gün öğle üzeri halk rüşvetçi subaşının padişah tarafından yakalanıp cezalandırıldığı haberiyle bayram ediyordu. Bir belâdan kurtulmuşlardı.
Müfettiş işi merak etti. Kendisi bir ay peşinde dolaştığı halde adamı yakalayamamıştı da, padişah bir gece içinde bunu nasıl başarmıştı? Huzuruna çıkıp sorunca Padişah:
— Feraset dediğim budur işte. dedi. Adama verdiğim kesede elli altın vardı. Ama camide bekleyen fakire sadece beş altın verdi. Demek kırk beş altını kendi cebine attı. Böylece haram yediği anlaşıldı.
— Padişahım, kesede beş altın olduğunu nereden bildiniz?
Dördüncü Murad güldü:
— Camideki dilenci bendim. Bir suçluyu yakalamak için yapmayacağım yoktur. Çünkü ben Allah'tan korkarım.
Müfettiş, Padişahın ellerini minnetle öptükten sonra:
— Ferasetin ne demek olduğunu anladım, diye mırıldandı.
(kaynak: irfantakvimleri)
19 Mart 2017 Pazar
18 Mart 2017 Cumartesi
17 Mart 2017 Cuma
ENDONEZYA NASIL MÜSLÜMAN OLDU?
Kumaş
ticaretiyle uğraşan müslüman bir tâcir, günün birinde kumaşlarını bir gemiye
yükleyerek Endonezya’ya gider ve oraya yerleşerek ticaretine devam eder.
Getirdiği kaliteli kumaşlar, tam da halkın aradığı cinstendir.
Kendisi ise kanaat sahibi bir mü’min olduğundan; “Varsın
kazancım az olsun, lâkin temiz ve helâl olsun.” düşüncesindedir. Bu sebeple “gabn-i fâhiş”
denilen, bir malı değerinin çok üstünde satma fırsatçılığına meyletmez. Kısa
zamanda zengin olma hayal ve hırsına kapılmaz.
İşe geç
geldiği bir gün, tezgâhtarın sattığı mallardan çok yüksek bir kâr elde ettiğini
görür ve bunun üzerine tezgâhtar ile aralarında şöyle bir konuşma geçer:
“–Hangi kumaştan sattın?”
“–Şu
kumaştan efendim.”
“–Kaça sattın?”
“–On
akçeye.”
“–Nasıl olur? Beş akçelik
kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Adamcağızın bize hakkı geçmiş. Görsen tanır
mısın onu?”
“–Evet,
tanırım!”
“–O hâlde hemen git ve o müşteriyi
buraya getir. Onunla vakit kaybetmeden helâlleşmem lâzım.”
Tezgâhtar
gider, müşteriyi bulup getirir. Dükkân sahibi müşteriyi karşısında görür
görmez, kendisinden helâllik ister ve tezgâhtar tarafından alınan fazla parayı
da müşteriye uzatır. Müşteri ise daha evvel hiç karşılaşmadığı bu güzel muâmele
karşısında büyük bir hayret içindedir. Kendi kendine; “Hakkını helâl et?”
cümlesindeki derin mânâyı kavramaya çalışır.
Bu hâdise
kısa sürede dilden dile dolaşır. Çok geçmeden de kralın kulağına kadar ulaşır.
Sonunda kral, kumaş tüccarını saraya çağırır ve:
“–Sizin yaptığınız bu davranışı
biz daha önce ne duyduk, ne de gördük! Sizin bu hâliniz, bize bir muammâ oldu.
Bunu îzah eder misiniz?” der.
Tüccar
ise kemâl-i edeple:
“–Ben bir müslümanım. İslâm’da
ise mülk, Allâh’ındır. Kul sadece bir emanetçidir. Ayrıca İslâm’da haksız
menfaat, fâiz, istismar, gabn-i fâhiş (kandırmak sûretiyle değerinin çok
üstünde satış yapmak) ve toplumun zararına olan bütün alışverişler yasaktır.
Bu alışverişte ise müşterinin
bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram karışmıştı. Ben sadece bir
yanlışı düzelttim.” cevâbını
verir.
Bunun
üzerine kral:
“–İslâm nedir? Müslüman olmak
neyi gerektirir?” gibi
soruları peş peşe sıralamaya başlar.
Tüccar da
soruları birer birer, tatlı bir dil ve zarif bir üslûp ile cevaplandırır.
Böyle bir dînin varlığını bu hasbihâl vesîlesiyle ilk defa duyan
kral, fazla vakit geçirmeden İslâm ile şereflenir. Kısa bir müddet
içinde halk da müslüman olur.
İşte
Dünya devletleri içinde -yaklaşık 250 milyonluk- en yoğun müslüman nüfusuna
sahip olan bugünkü Endonezya’nın İslâm’ı kabul etmesindeki sır, belki de sadece
bu beş akçelik kumaş ticaretinde sergilenen İslâm ahlâkıdır. Müslüman tâcirin
yaptığı şey ise:
Gerçek bir müslüman
şahsiyetiyle İslâm’ın güler yüzünü ve rûhânî dokusunu fiilen sergilemekten
ibârettir.
Bugün
bizler de, güç ve imkânımız ölçüsünde üzerimize düşen vazifeleri en güzel bir
üslûpla îfâ etmeliyiz. Bilhassa İslâmʼın tebliğ ve temsili hususundaki
mesʼûliyetlerimize son derece îtinâ göstermeliyiz. Dünyanın her tarafındaki
hidâyet mahrumlarına ve zulme mâruz kalan din kardeşlerimize karşı
vazifelerimizi unutmamalıyız. Bu husustaki ihmal ve gafletin, Hak katında büyük
bir vebâl olacağını, hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Kaynak: Mehmet Paksu, Îman Hayata Geçince.
16 Mart 2017 Perşembe
15 Mart 2017 Çarşamba
NASİHATLER
Lokman Hekim Diyor Ki...
Ulemanın yanında dilini koru!
Evliyanın yanında gönlünü koru!
Namazdayken kalbini koru!
Yemekteyken mideni koru!
Başkasının evinde gözünü koru!
Halkın arasında dinini koru!
İki şeyi unutma:
Allah’ı ve ölümü!
İki şeyi unut:
Başkasına yaptığın iyiliği,
başkasının sana yaptığı kötülüğü!
14 Mart 2017 Salı
BİR TEVAZU ÖRNEĞİ...
BİR TEVAZU ÖRNEĞİ...
Bir adam kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır. Neden sonra yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için, ineği Hacı Bektaş Veli'nin dergahına kurban olarak bağışlamak ister. O zamanlar dergahlar aynı zamanda aşevi işlevi görüyordu. Durumu Hacı Bektaş Veli'ye anlatır ve Hacı Bektaş Veli:
-"Helal değildir" diye bu kurbanı geri çevirir.
Bunun üzerine adam, Mevlevi dergahına gider ve aynı durumu Mevlana'ya anlatır. Mevlana ise bu hediyeyi kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı Bektaş Veli'ye de anlattığını ama onun kabul etmediğini söyler ve Mevlana'ya bunun sebebini sorar.
Mevlana şöyle der :
- "Biz bir karga isek, Hacı Bektaş Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir."
Adam üşenmez, kalkar Hacı Bektaş dergahına gider ve Hacı Bektaş Veli'ye Mevlana'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini birde Hacı Bektaş Veli'ye sorar.
Hacı Bektaş Veli'de şöyle der:
- "Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana'nın gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir."
Bir adam kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır. Neden sonra yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için, ineği Hacı Bektaş Veli'nin dergahına kurban olarak bağışlamak ister. O zamanlar dergahlar aynı zamanda aşevi işlevi görüyordu. Durumu Hacı Bektaş Veli'ye anlatır ve Hacı Bektaş Veli:
-"Helal değildir" diye bu kurbanı geri çevirir.
Bunun üzerine adam, Mevlevi dergahına gider ve aynı durumu Mevlana'ya anlatır. Mevlana ise bu hediyeyi kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı Bektaş Veli'ye de anlattığını ama onun kabul etmediğini söyler ve Mevlana'ya bunun sebebini sorar.
Mevlana şöyle der :
- "Biz bir karga isek, Hacı Bektaş Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir."
Adam üşenmez, kalkar Hacı Bektaş dergahına gider ve Hacı Bektaş Veli'ye Mevlana'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini birde Hacı Bektaş Veli'ye sorar.
Hacı Bektaş Veli'de şöyle der:
- "Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana'nın gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir."
13 Mart 2017 Pazartesi
12 Mart 2017 Pazar
11 Mart 2017 Cumartesi
10 Mart 2017 Cuma
8 Mart 2017 Çarşamba
5 Mart 2017 Pazar
4 Mart 2017 Cumartesi
1 Mart 2017 Çarşamba
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)